FOTCM Logo
Cassiopaea Türkçe
  • EN
  • FR
  • DE
  • RU
  • TR
  • ES
  • ES

Dalga 8. Bölüm: Baktığın Her Yerde Tanrı’nın Yüzü Var

Önceki bölümlerde yer alan birkaç önemli konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele almak istiyorum. Öyle görünüyor ki, Kasyopyalılara göre Dalga’nın gelişiyle birlikte az sayıda insanın bilincinde bir artış meydana geliyor. Sanki Dalga farkındalığı arttırıyor ve bu artan farkındalık da Dalga’yı hızlandırıyor; yani böyle karşılıklı bir etkileşim var gibi.

Ayrıca, yalnızca belirli dersleri tamamlayan insanlar dördüncü yoğunluğa mezun olacak gibi görünüyor. Anladığım kadarıyla geri kalan insanlar kendilerini muhtemelen savaşlarla ve/veya komet çarpmaları nedeniyle yıkılmış üçüncü yoğunluk bir dünyada bulacaklar. Medeniyetin birikimleri silinmiş olacak ve emin olmamakla birlikte belki de medeniyeti yeniden kurmak için gerekli kavramsal yetenekler, yeni “kozmik ışın ortamının” sunduklarıyla sınırlı olacak. Bazıları için hoş bir ihtimal değil ama bazıları için de üçüncü yoğunluğa baştan başlamak ve “bedenin zevkleri” içinde binlerce yıl boyunca pek çok ömür yaşamak oldukça çekici görünüyor.

Elbette bu senaryoyla birlikte, üçüncü yoğunluğun ayrılmaz bir parçası olan binlerce yıllık savaş, kıtlık, hastalık, zulüm vs geliyor. Ama bazıları için bu, kendi egosunu ve zevkini beslemenin karşılığı olarak ödenmesi gereken bedeldir. KH modu her zaman “Bu bana olmayacak! Ben istisnayım!” biçimindeki arzulu düşünüşü benimser.

Karşılaştığımız bir diğer önemli konu ise “çekim.” Kasyopyalılar KH (Kendine Hizmet) modunun çekimin toplanmasının bir yansıması olduğunu ve BH (Başkalarına Hizmet) modunun da çekimin yayılmasının bir yansıması olduğunu söyledi. Bu ne anlama geliyor ve ne gibi alt yansımaları kastediliyor olabilir? Nuh kitabını1 yazarken bahsettiğim ve “temas potansiyeli farkı” olarak tanımladığım şeye mi benziyor? Dünyada herşeyi kontrol altına almayı arzulayan ve insanlığı çok etkili bir şekilde aldatan güçlerin Dalga’nın bizim gerçekliğimize “çekilmesine” (en istemedikleri şey olmasına rağmen) katkıda bulunacakları anlamına mı geliyor?

Peki bu durum, Dalga “vurduğu” zaman “çekim toplama” modunda olacak olan bir insan için ne anlama geliyor olabilir? Dalga onları “çekim yayma” modunda olan bir insanı etkilediğinden farklı mı etkileyecek?

Yine de, mezun olmaya hazır olmak için öğrenmemiz gereken şeyin ne olduğunu öğrenmek isteyen pek çok kişiyle karşılaşıyoruz. Görünüşe göre oraya gitmek için daha üst bir seviyede olmamız gerekmiyor… Sadece burada olan şeyi mümkün olduğu kadar derinlemesine öğrenmiş olmamız gerekiyor. Bu durum meseleye bambaşka bir perspektif kazandırıyor çünkü çoğu insanın ruhsal açıdan ilerlemeye çalışırken taşıdığı suçluluk yükünü gideriyor. İnsanlar bunu halihazırda yapamıyorlarsa veya yüksek seviyeli eylem kapasitesine sahip değillerse, bir şekilde hatalı veya kusurlu olduklarını, geçişi yapamayacaklarını düşünüyorlar.

Ama durum öyle görünmüyor. Görünüşe göre yapmamız gereken şey bu yoğunluğun özelliklerini elimizden geldiğince tam bir şekilde öğrenmeye çalışmak. “Ah! Bu dünyada bir işlevim yok, çünkü tüm bunlar için fazla spiritüelim!” demenin bir insana ne faydası olabilir! Burada asıl meydana gelen şey, kişinin bu realitenin nasıl işlediği konusunda bir bilgiye sahip olmaması ve dolayısıyla bu ortamda kendileri veya başkaları için etkili ve faydalı şeyler yapamamalarıdır. Ruhsal yaşamı geliştirmek için meditasyon ve benzeri çalışmalar yapmak istemek iyidir ama eğer gerçek dünyada pratik bir sonuç meydana gelmiyorsa, kişinin bu seviyede hala öğrenmesi gereken bazı manevra dersleri olduğunu düşünmekte haklı değil miyiz? Son bölümden yapılan bir alıntı, bu hususa yeni ve farklı bir bakış açısı getiriyor. K’lar sordu: “Oraya [4. yoğunluğa] ulaşmadan önce orayı kavramış olmanız gerektiğini kim söylüyor?” En önemlisi, üçüncü yoğunluğun tüm derslerini öğrenmiş olmanız gerekiyor; evrensel “karmik ve basit kavrayışlar.” Bu derslerin ne olduğu konusunda birer ipucu olarak K’lar şunları belirtti:

Pekala canım, gerçekleri istedin, biz de sana gerçekleri vereceğiz ve kavrayacağını umuyoruz. Şimdi değilse bile, gerektiğinde…

Birinci gerçek: Var olan herşey derslerdir.

İkinci gerçek: Evren büyük bir okuldur.

Üçüncü gerçek: Sizin algıladığınız şekliyle zamanlama asla, ASLA kesin değildir.

Dördüncü gerçek: Belirttiğin şekliyle, olacak olan şey çok yakın değildir ve sen öğrenme döngüsünde o noktaya ulaşıncaya kadar meydana gelmeyecektir ve henüz yakın değilsin. Şimdi daha fazla gerçek verilmeden önce bunlar üzerinde düşün!! […]

Beşinci gerçek: Öğrenme döngüsü değişkendir ve bu döngüdeki ilerleyişi belirleyen şey, meydana gelen olaylar ve koşullardır.

Pek çok insan bana “bilgi istemek” hakkında soru sormam için mesaj attı. Görünüşe göre bu insanlar bilgi kazanmanın ve bilgi toplamanın bir KH faaliyeti olduğunu düşünüyor ama K’lar aynı celsede şöyle dedi: “Bu tutku değildir, ruhun arayışıdır.”

Bir de “sıçramalar” yapma meselesi var elbette, yani üçüncü yoğunluğu atlayıp herşeyin harika, mutlu ve huzurlu olduğu yere geri dönmeyi istemek. Şunun anlaşılması gerekiyor ki bu tür düşünüş başta göründüğünden çok daha KH olabilir, çünkü burada bu yoğunluğun derslerini öğrenmeye yönelik zorlu derslerden kaçmak isteniyor. Yani kolaylık, konfor isteniyor ve çalışmak istenmiyor. Bu bireyler daireler halinde oturup, başlarını eğip bir yandan “Oommmm” çekerken bir yandan da dünyayı “koşulsuz sevgi ve ışıklarıyla” bombardımana tutuyorlar ki diğer herkes de onların programını edinsin ve böylece hepimiz hemen yuvaya dönebilelim! (“Programlarının”, gönderdikleri sevgi ve ışığın koşulsuz yapısıyla çeliştiğine dikkat edin!)

Ama, burada yapmamız gereken şeyin ne olduğu konusunda konuşmamız gerekiyor. Eğer herşeyi öğrenip yapana kadar burada olmamız, öğrenmemiz ve yapmamız gerekiyorsa, Kasyopyalılarla veya herhangi bir başka kaynakla iletişim kurmanın anlamı nedir?

Hızlandırılmış bir öğrenme döngüsünde olmak ve ilerlemenin olaylarla ve koşullarla belirlenmesi, yapılan şu açıklamayla biraz daha netleşiyor:

Hatırlayın, yoğunluk kavramı yalnızca kişinin bilinçli farkındalığını ifade eder. Kişi farkında olduğunda, HERŞEY o farkındalığa uyum sağlar.

Bu, yaşamlarımızdaki olayları ve koşulları kavramamız için kritik bir tanıma benziyor. “Kişi farkında olduğunda, HERŞEY o farkındalığa uyum sağlar.” Peki bu aslında ne anlama geliyor?

Linda Moulton Howe’ın Glimpses of Other Realities (Başka Gerçekliklere Bakışlar) adlı kitabına yazdığı önsözde Colin Wilson şöyle diyor:

“Bende bu kadar güçlü bir reaksiyonlar dizisi başlatan başka bir kitap okumadım şimdiye kadar. Tekrar tekrar kendimi şöyle düşünürken buldum: “Eğer bu doğruysa, o zaman hepimiz uykudayız. Büyük birşey oluyor. Bu gezegendeki her insanı er geç etkileyecek birşey ve biz hala Viktorya çağının konforlu güvenliğindeymişiz gibi yaşıyoruz.

Sürekli aklıma gelen soru şu: Eğer tüm bunlar doğruysa, hatta yalnızca yarısı doğruysa, neden bu kadar çok insan bunu görmezden geliyor? Neden yazar Philip Klass ve astronom Carl Sagan gibi şüpheciler UFO’ların bir tür histerik kuruntu olduğunu iddia ediyor?

…Kabul etmekte zorlandığım bazı şeyler var. Örneğin dünyadışı varlıkların zamanda geriye doğru yolculuk yapabildikleri düşüncesi. Zaman yolculuğu bana hep imkansız görünmüştür. Belirgin bazı paradokslar içeriyor. Örneğin beş dakika, hatta beş saniye önceki kendinize döndüğünüzü düşünün. O zaman, önceki siz ile şu andaki siz şeklinde iki tane “siz” oluyor.

…Sonra, bir psişik araştırma yazarı olarak fark ettim ki, yaklaşık otuz yıldır önceden bilişi, yani henüz meydana gelmemiş birşeyi tam bir doğrulukla gören insanları kabul ediyorum. Ama kaos teorisi, birkaç gün sonra meydana gelecek birşeyi bilimsel olarak tahmin etmenin mümkün olmadığını söylüyor.

Linda Moulton Howe, Jacques Vallee ve John Keel ve UFO fenomenini araştıran diğer herkes gibi, son derece kafa karıştırıcı ve çelişkili bilgiler içeren bir genel teori oluşturmaya çalışırken buluyorum kendimi.

…Tüm fenomene bakmaya çalıştığım zaman, 1956’da The Outsiders’ı yayınladığımdan beri yazdığım tüm eserlerimin özündeki en temel sezgime geri dönüyorum: insan bilinciyle ilgili çok yanlış birşey var. Dünya üzerindeki tüm hayvanlardan daha ileri düzeyde evrimleşmemize rağmen bilincimizde çok absürt bir darlaşma meydana geldi. Gerçekliğe bir teleskobun ucundan bakıyoruz ve ormanı, hatta yaprakları göremiyoruz çünkü ağaçlara ancak tek tek odaklanabiliyoruz…. Dünyaya bir kuşun perspektifinden bakmaya acilen ihtiyacımız olmasına rağmen bir solucanın perspektifinden bakıyoruz.

Evrimimizin bu noktasındaki en büyük ihtiyacımız entelektüel bakış açımızı değiştirmek, evrende yalnız olmadığımızı ve sahip olduğumuz zekayı çok daha etkili bir şekilde kullanmamız gerektiğini kabul etmek. Dargörüşlülüğümüz bizi pasifliğe hipnotize ediyor.

…Bana öyle görünüyor ki, hoşumuza gitsin veya gitmesin şu anda sahip olmamız gereken şey, daha evrensel bir bakış açısıdır. “Uzaylılar” bize bunu mu anlatıyor, yoksa bu çok daha büyük bir mesele mi, bilmiyorum. Ama kesinlikle uyanmamız gerektiği söyleniyor. UFO fenomeni (veya pek çok alakalı diğer fenomen) bizi “başka gerçekliklerin ve boyutların” varlığını ve bir tarlada geviş getiren inekler gibi yaşamaya devam edemeyeceğimizi kabul etmeye itiyor.

…Şu anda meydana gelen şey gözardı edilemeyecek kadar güçlü bir şekilde dikkatimizi çekiyor ve dikkatimizi tam olarak çekene kadar da daha güçlü bir çaba gösterecek.”

Colin Wilson gibi, benim UFO fenomenine girişim de güçlü bir deneyimdi (High Strangeness kitabında anlattım). Öncesinde, görünüp kaybolabilen veya hatta aynı yer ve zamandaki bir grup insanın yalnızca yarısına görünen garip bir uzay aracı içindeki küçük yeşil adamları gören insanlar konusunda şüpheci olmakla kalmayıp onları tamamen küçümsüyordum!

Fakat şimdi bu konuya girmek istemiyorum. Üçüncü yoğunluğun derslerinin veya Kasyopyalıların dördüncü seviyeye mezuniyet için gerekli olduğunu söyledikleri “basit kavrayışların” öğrenilmesine değinmek istiyorum.

Colin Wilson yukarıdaki alıntıda “Dar görüşlülüğümüz bizi pasifliğe hipnotize ediyor” diyor. Durum gerçekten bu mu, yoksa dar görüşlülüğümüz bir tür hipnozun neticesi mi? Kasyopyalılar DNA manipülasyonu yoluyla, içinde yaşayıp hareket ettiğimiz gerçekliğin yalnızca sınırlı bir bölümünü algılayabilmemiz için programlandığımızı söylüyor.

High Strangeness’da “Üçüncü Adam” hipnoz deneyinin hikayesini anlattım. O deneyde özneye, odaya giren üçüncü bir adamı görmemesi telkin ediliyor. Üçüncü adam giriyor ve bir dizi eylemde bulunuyor; nesneleri kaldırıp mobilyaları hareket ettirmek gibi. Ama özne bunu fark edemeyip havada gezinen nesneler görüyor ve belirli bir kaynağı olmayan anormal sesler duyuyor. Üçüncü adamı göremiyor. Bu hikayeyle ilgili çeşitli ilginç reaksiyonlar aldım. Bazı insanlara göre bu hikaye yalnızca, inanç sistemlerimiz nedeniyle dünyadaki ruhların varlığının bizden maskelenmesini anlatıyor. Colin Wilson’un yukarıda psişik fenomenlerden bahsederken tanımladığı gibi, bu diğer alemlere kısmi bir uyanıştır.

Ama burada ortaya çıkan şey aslında bundan çok daha derindir. Hikayenin betimlendiği sahneyi aradan çıkarıp geride sadece üçüncü adam ve gözlemciyi bırakırsanız, Üçüncü Adam’ın dünyamızın tüm fenomenlerini temsil ettiği sonucunu çıkarabilirsiniz. Bulutları görüyoruz ama onları nasıl algılayacağımız konusunda hipnotik bir etki altındayız. Asıl gerçekliğin ne olduğunu aslında bilmiyoruz! “Gerçek çiçeğin” nasıl olduğunu bilmiyoruz. Gördüğümüz şey, gerçekliğimizin dolgu malzemesindeki bir dizi dalga veya salınımlara dair yorumlarımızdır ve bu yorumu da programlarımıza veya hipnozumuza göre yapıyoruz. Muhtemelen çok daha fazla boyut içeren şeyin yalnızca üç boyutunu görüyoruz.

Hikayeyle ilgili bir sonraki önemli şey, programa bağlı olarak farklı insanların, kendi inanç sistemleri dahilinde, ilgili fenomenlere farklı gizli güçler atfedebilecekleridir. Fakat bizim bilmek istediğimiz şey şu: objektif gerçeklik nedir?

Egonun devamlılığını sağlama yollarımız, yaşamın çok başlarında ebeveynlerimizin ve toplumun programlamasıyla sağlanıyor. Gözlemleyebileceğimiz ilk şeylerden biri herkesin kendi sosyal ve ailesel koşullanmalarına bağlı olarak farklı bir inançlar kümesine sahip olması ve bu inançların, objektif realitenin ne kadarlık kısmına erişilebileceğini belirlemesidir.

Bu koşullandırma neyin mümkün olup olmadığını ve nelerin inanılmasına izin verildiğini belirler. Bunu öncelikle neyin ebeveynlerimizi memnun ettiğine bağlı olarak öğreniriz ve sonra neye inanmamızın toplumumuzu (akranlarımızı) memnun ettiğine bağlı olarak inancımızda değişiklikler yaparız.

Her insanın Üçüncü Adam’ı algılayışı, o insanın inanç sisteminin o kişide etkinleştirdiği programlamaya göredir. Bu onların “farkındalık durumudur.” Ancak farkında olabileceklerini düşündükleri şeyin farkında olabilirler ve geri kalan herşey ya “görünmez” ya da “anormal” hale gelir, gözardı edilir veya bilinçaltı zihnin hayatta kalma programı tarafından üstü örtülür.

Bu sorun hakkında düşünmeye devam ederken, insan gerçek olarak algıladığı şeyle asıl objektif gerçeklik arasında çok büyük bir fark olabileceğini fark ediyor. Ve ne kadar objektif olmaya çalışırsak çalışalım, asla emin olamayız. Bu sorundan bir çıkış yolu sunuyor gibi görünen tek şey yalnızca olayları gözlemlemek, yapılan gözlemi diğer çok sayıda insanın algılarıyla karşılaştırmak ve bu algıların tümünde mevcut olan “sabite” ulaşmaktır. Bu şekilde Üçüncü Adam’ın aslında ne olduğuyla ilgili daha gerçeğe yakın bir fikir edinebiliriz ve bununla ilgili en iyi yanıtımız, Üçüncü Adam’ın gerçekte ne yapmakta olduğu ve ardından ne yaptığıdır. Ve elbette fenomenleri gözlemek, en birebir anlamında, her türden bilgi edinmek ve toplamak ve böylece çevremizle ilgili gözlemlerimize dair sonuçlar çıkarmaya yetecek bir veritabanına sahip olmaktır.

Fakat bunu yapmak zordur çünkü kişinin inançları duygularla yakından ilintilidir! Hatırlayın: inançlarımız, bebeklik ve çocukluk dönemimizde ebeveynlerimizle ve diğer otoritelerle olan duygusal etkileşim durumlarında oluşur. Bu güvenli iç ortamdan kurtulmayı düşünmek bile çok korkutucudur.

Ama yapmamız gereken şey tam da budur.

Aksi takdirde kendimizi çevremizde her tür anormal (klasik ve kuantumsal anlamda gözlenebilir) şeylerin dolaştığı bir gerçeklikte buluruz fakat şeylerin objektif varolma nedenleri mevcut olmaz. O durumda kişi “Üçüncü Adamı” göremez ve onun kaprislerine ve eğilimlerine maruz kalır, her kim veya neyse!

Görünüşe göre asıl problem subjektif ve objektif gerçeklik arasındaki çelişmedir. Kasyopyalılar pek çok örnekte Kendine Hizmet’in yapısına değinmiştir; arzulu düşünceye dayalı yaşama eğilimi. Bu durum aşağıdaki alıntıda çok ilginç bir şekilde anlatılmaktadır:

S: (L) İnsanlar fiziksel madde içinde esir durumdalar mı?

C: Kendi seçimleriyle.

S: (L) Neden bu seçimi yaptılar?

C: Fiziksel duyumları deneyimlemek için. Bir grup kararıydı.

S: (L) Grubun başında kim vardı?

C: Grup.

S: (L) Ruh ile fiziksel beden arasındaki etkileşim, diğer varlıkların arzu ettikleri bir yan-ürün mü meydana getiriyor?

C: Herşeyin arzu edilmeyen sonuçları yanında arzu edilebilir sonuçları da vardır, fakat burada şu da belirtilmelidir ki evrenin tüm boyutlarında var olan herşey, varoluşu yalnızca iki şekilde deneyimleyebilir. Bunlar uzun dalga döngüsü ve kısa dalga döngüsüdür.

İnsanların neden fiziksel varoluşta bir çeşit “tuzak içinde” olduğu soruna dönecek olursak, ki elbette bu gönüllü ve seçilmiş birşeydi, sizin eterik veya ruhsal bir varoluş olarak tanımlayacağınız uzun dalga döngüsünden, sizin fiziksel varoluş dediğiniz kısa dalga döngüsüne geçme arzusundan kaynaklandı.

Fark şudur ki, uzun dalga döngüsünde evrimde döngüsel şekilde yalnızca aşamalı bir şekilde değişim meydana gelir. Kısa dalga döngüsünde ise dualite vardır. Bu dünya düzleminde deneyimlendiği gibi, fiziksel bedenler içindeki ruhların durumu da budur çünkü ruh döngünün yarısı boyunca eterik bir hal deneyimlerken, döngünün diğer yarısı boyunca da fiziksel bir hali deneyimler. Bu yarılar zaman açısından sizin zamanı ölçüm biçiminizle ölçülemez ama deneyimin toplamı her iki yarıda eşittir.

Ruhların grup zihni tamamen eterik bir varoluş yerine fizikselliği deneyimlemeyi seçtiği zaman, evrenin doğal bağları yoluyla kısa dalga döngüsünü gerçekleştirme gereği doğdu.

S: (L) Bu etkileşim bir yan-ürün meydana getiriyor mu?

C: Hem pozitif hem de negatif nitelikte yan-ürünler meydana getirir.

S: (L) Bu yan ürünler nelerdir?

C: Önce hangisi?

S: (L) Pozitif.

C: Pozitif yan-ürün göreli enerjide meydana gelen bir artıştır. Bu enerji ruhun ve onun tek boyutlu ve iki boyutlu etkileşimli partnerlerinin öğrenme sürecini hızlandırır. Partnerler flora, fauna, mineraller vb’dir. Bu kısa dalga döngüsündeki fiziksel/ruhsal transfer yoluyla hepsi tekrar-birleşmeye doğru olan gelişim ve hareketi daha hızlı bir şekilde deneyimler.

Negatif olarak ise aynı varlıklar için pek çok negatif durum söz konusu olur, çünkü 1. ve 2. bilinç yoğunluğu seviyesinde bulunan flora ve fauna normal olarak fiziksel düzlemde uzunvadeli veya uzun dalga döngülü bir deneyim yaşayacaktı ama insanlarla olan etkileşimleri nedeniyle kısa dalga ruhsal/fiziksel döngüde deneyim elde etmek durumundalar.

S: (L) Bir defasında, belirli dünyadışı varlıkların insanları kaçırdıklarını ve “maksimum enerji transferi” sağlamak için onları vahşi ölümlere maruz bıraktıklarını söylemiştiniz. Bu anlamda, uzun, yavaş, işkenceli bir ölüm sürecinde meydana gelen bu maksimum enerji transferi nedir?

C: Aşırı korku ve endişe negatif nitelikte bir korku/endişe enerjisi üretir ve bu enerji o varlıklar için bir yakıttır. Metabolik yapıları bakımından beslenme biçimlerinden biri budur.

S: (L) Metabolik yapıları nedir?

C: Çok karmaşık olduğu için tanımlaması çok zor çünkü bu sizin anlamadığınız dördüncü bilinç yoğunluğu seviyesinde gerçekleşir. Fakat onların dördüncü yoğunluk seviyesinde var olma nedenleri kısmen, hem ruhsal/eterik yöntemlerle hem de fiziksel yöntemlerle kendilerini besleyebilmeleridir. Dolayısıyla, bu enerji transferi eterik/ruhsal beslenme yöntemini temsil eder. Diğer yöntemler fiziksel olarak gerçekleştirilir .

S: (L) Diğer yöntemler nelerdir?

C: Kan ve kanın yan ürünlerinin tüketilmesi buna bir örnek olarak gösterilebilir .

S: (L) Bunu yapıyorlar mı?

C: Evet ama alım şekli sizin düşüneceğiniz şekilde değildir. Gözenekler yoluyla yapılır.

S: (L) Ne şekilde?

C: Kan banyosu yoluyla, yani bedenlerini kana sokarak gerekli ürünleri absorbe etme ve sonra atık ürünleri boşaltma şeklinde. […]

S: (L) Gözenekleri yoluyla besin alan varlıklara dönecek olursak, bunlar ne tür varlıklar?

C: Hem Kertenkele Varlıkları olarak tanımladıklarınız hem de Griler olarak tanımladıklarınız. Her ikisinin hayatta kalması için bu gereklidir. Griler Kertenkele Varlıklarının yapay bir tasarımı olmaları bakımından kısa dalga döngüsünün doğal birer parçası olmamakla birlikte yine de Kertenkelelerin beslenme işlevlerini taklit ediyorlar.

S: (L) Kertenkele varlıklarının yapay yaratımları olduklarına göre ruhları yok mu demek oluyor?

C: Doğru.

S: (L) Nasıl işlev gösteriyorlar? Robot gibi mi?

C: Kertenkele varlıklarının ruhlarıyla etkileşme yoluyla işlev gösteriyorlar. Bu teknoloji sizin aşina olduğunuz teknolojiden aşırı ölçüde daha fazla gelişmiş bir teknolojidir; Griler yapay olarak tasarlanıp üretilme bir yana, doğrudan Kertenkele varlıklarının zihinsel ve psişik birer projeksiyonu olarak işlev gösteriyorlar. Dört boyutlu birer araç gibiler.

S: (L) Dört boyutlu araçlar olarak yetenekleri neler?

C: Kertenkele varlıklarının tüm yeteneklerine sahipler ama tabii fiziksel görünüşleri tamamen farklı, kendi ruhları yok ve ayrıca biyolojik yapıları içsel olarak farklı. Ancak işlevleri aynı ve projeksiyon varlıklar olarak kalabilmek için hem ruhsal olarak hem de fiziksel olarak Kertenkele varlıklarıyla aynı şekilde besin tüketmeleri gerekiyor.

Gerekli yakıtın negatif enerji olmasının nedeni ise hem Kertenkele varlıklarının hem de Grilerin dördüncü yoğunluk seviyesinde yaşıyor olmalarıdır. Dördüncü bilinç yoğunluğu seviyesi, bu varlıklarda olduğu gibi yalnızca kendine hizmet ederek varolunabilen en yüksek yoğunluk seviyesidir. Bu yüzden negatif enerji tüketmeleri gerekir çünkü dördüncü yoğunluk seviyesi, kendine hizmetin yani negatif düşünce kalıbının en yüksek örneğidir.

Dördüncü yoğunluk seviyesine üçüncü yoğunluk seviyesinden ilerlenerek gelinir. Yukarı doğru her bir yükselişte, bireysel bilinçli varlığın varoluşu o kadar daha az zor hale gelir. Bu nedenle dördüncü yoğunlukta varoluş, üçüncü yoğunluktakine göre daha az zordur ve üçüncü de ikinciden daha az zordur vs. Ruh enerjisi üzerinde daha az yük yaratır. Bu nedenle dördüncü yoğunluk seviyesinde varolan varlıklar üçüncü yoğunluk seviyesinde varolan varlıklardan negatif ruh enerjisini çekebilirler.

Aynı şekilde, üçüncü yoğunluk seviyesindeki varlıklar, ikinci yoğunluk seviyesindeki varlıklardan enerji çekebilir. Bu enerji alış biçimi diğeri kadar gerekli değildir ama gene de yapılıyor. Üçüncü yoğunluk seviyesinde bulunan insanların ikinci yoğunluk seviyesindeki hayvan krallığındaki varlıkların sıkça sıkıntı ve acı çekmesine neden olmalarının sebebi de budur; çünkü sizler de esas olarak kendine hizmet eden varlıklar olarak ikinci seviye ve birinci seviyedeki varlıklardan negatif ruh enerjisi çekiyorsunuz.

Sizin için yaklaşmakta olan dördüncü yoğunluk seviyesine doğru ilerlerken, başkalarına hizmete ilerlemek ile kendine hizmette kalmak arasında bir seçim yapmanız gerekiyor. Bu, kendinizi uyumlandırmak için epey vakit gerektirecek olan seçim olacak. Bu, “bin yıllık süreç” olarak tanımlanan şeydir. Sizin takvim ölçülerinizle bu, diğerlerine hizmete mi yükseleceğiniz yoksa kendine hizmet seviyesinde mi kalacağınızı belirleyecek olan dönemdir.

Kertenkele varlıkları olarak tanımlanan varlıklar kendilerini sıkı bir şekilde kendine hizmete sabitlemeyi seçtiler. Ve bunun mümkün olduğu en yüksek yoğunlukta oldukları için, üçüncü seviye, ikinci seviye ve birinci seviyede bulunanlardan sürekli olarak büyük miktarlarda negatif enerji çekmeleri gerekiyor ve tüm o yaptıklarının sebebi de bu.

Bu durum ırklarının ölmekte olmasını da açıklıyor; çünkü kendine hizmetten başkalarına hizmete nasıl geçireceklerini öğrenebilmiş değiller.

Bu seviyede sizin ölçülerinize göre çok uzun bir süredir kalmış olduklarından buraya sıkıca yapışmış durumdalar ve bu yoğunlukta nüfuslarını da arttırdılar. Irklarının ölmekte olmasının ve gözleri kararmış bir şekilde sizden mümkün olduğunca çok enerji almaya çalışarak ırklarını metabolik olarak yeniden yaratmaya çalışmalarının sebebi bu.

S: (L) Peki eğer biz onlar için bir besin ve enerji kaynağı isek neden bizi kendi gezegenlerinde insan kümeslerinde beslemiyorlar?

C: Besliyorlar.

S: (L) Burada çok sayıda bulunduğumuza göre neden gelip buranın yönetimine el koymuyorlar?

C: Niyetleri bu. Çok uzun bir süredir bu niyetteler. Herşeyi istedikleri gibi ayarlamak ve bu gezegenin deneyimleyeceği dördüncü yoğunluğa geçişte mümkün olduğu kadar çok negatif enerji emebilmek için zamanda ileri ve geri yolculuk yapıyorlar. Buradaki amaç dördüncü yoğunlukta sizin yönetiminizi ele geçirmek ve bir dizi şeyi gerçekleştirmek.

1: Irklarını sürdürülebilir halde tutmak

2: Sayılarını arttırmak

3: Güçlerini arttırmak

4: Irklarını dördüncü yoğunluk alemine yaymak.

Bunların tümünü gerçekleştirebilmek için sizin takviminize göre yaklaşık 74 bin yıldır olaylara müdahale ediyorlar. Bu çalışma sırasında zamanda ileri ve geri yolculuklar yapmak suretiyle tüm bunları tamamen sabit bir zaman-mekan aralığında gerçekleştiriyorlar. Ama ne kadar ilginçtir ki tüm bu çalışmalar başarısız olacak.

S: (L) Başarısız olacaklarından nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?

C: Çünkü bunu görüyoruz. Biz sadece görmek istediğimizi değil herşeyi görebiliyoruz. Onların başarısızlıklarının sebebi sadece görmek istediklerini görmeleri. Diğer bir deyişle bu “arzuya dayalı düşünme” olarak tanımlayacağınız şeyin en yüksek ifadesidir. Ve dördüncü yoğunluk seviyesinde deneyimlenen arzuya dayalı düşünme, o seviye için gerçek olur. Ne kadar çok arzuya dayalı düşündüğünüzü biliyor musunuz? Siz üçüncü yoğunluk seviyesinde bulunduğunuz için bu realiteyi pek bilmezsiniz, fakat eğer dördüncü yoğunlukta olsaydınız ve şimdiki işlevlerinizi sürdürüyor olsaydınız sizinde gerçeklik algınız bu olurdu. Onlar bizim gördüklerimizi göremezler çünkü biz kendimize değil, başkalarına hizmet ediyoruz ve altıncı seviyede bulunduğumuz için, tüm noktalardaki herşeyi olmalarını istediğimiz gibi değil, oldukları gibi görebiliyoruz. […]

S: (L) Herhangi bir dünyadışı grup ve özellikle de Kertenkeleler hiç insanlar arasında yaşayıp tapınıldılar mı?

C: Kertenkeleler insanlar arasında yaşamadılar ama zamanda çeşitli noktalarda insanlarla doğrudan etkileşime girdiler. Bu koşullar, insanların tamamen yabancı bir yerden gelen tanrıları kabul etmeye ve tapınmaya hazır, istekli ve muktedir oldukları noktalarda gerçekleşti. Yakın geçmişte böyle birşey olması söz konusu değildi. Ama dikkat edin, çok yakında bu tekrar gerçekleşebilir.2

Yukarıdaki alıntıda, Kendine Hizmet ile Başkalarına Hizmet’in görüş biçimleri arasındaki belirgin fark dikkat çekici. KH subjektiftir ve yalnızca görmek istediğini görür, BH ise objektiftir ve herşeyi görür.

Peki bu ne anlama geliyor olabilir? “Kendi gerçekliğinizi kendiniz yaratıyorsunuz” temelindeki mevcut tüm öğretiler neyin nesi? Kasyopyalılar şöyle dedi:

KH [sadece GÖRMEK İSTEDİĞİNİ görmek], arzuya dayalı düşünüşün olabilecek en yüksek tezahürüdür. Ve dördüncü yoğunluk seviyesindeki arzuya dayalı düşünüş, o seviye için gerçeklik haline gelir. Ne kadar çok arzuya dayalı düşündüğünüzün farkında mısınız? Tabi bu sizin için gerçeklik haline gelmiyor, çünkü üçüncü seviyedesiniz, ama eğer dördüncü seviyede olsaydınız ve aynı işlevi gösteriyor olsaydınız, sizin gerçeklik farkındalığınız gerçekten öyle olurdu.

Farkındalığımdaki değişimlerle birlikte, yani bu kadar yıl boyunca dünyamızla ilgili olarak inandığım veya inanmak istediğim şeyleri yakıp attıktan sonra hayatımda meydana gelen şaşırtıcı değişimleri pek çok insana anlatmaya çalıştım.

Tanımlamakta zorluk çektiğim şey, evrenin bana sunduğu tamamen yeni bir histi. Tamamen farklı bir evrenden şu anda içinde bulunduğum evrene geçmiş gibiyim ve burada tüm kurallar farklı; farkındalığımla uyumlu. Şeylerin nasıl işlediğiyle ilgili bilgilerim arttıkça, bunu günlük hayatımda deneyimlediğim herşeye uygulamaya başladım. Bu pek çok değişim meydana getirdi çünkü daha önce yapacağım seçimlerden farklı seçimler yaptım. Evet, bu seçimlerden pek çoğu görünmeyen şeylere dayalıydı ve toplumumuzun beynini yıkayan standart, aşılanmış dünya görüşüne uymuyordu ve bu seçimlerden pek çoğu klasik yaklaşımla kavranamayacak şeylerdi. Fakat gerçek şu ki, bu seçimleri yaptım, bu seçimlere göre hareket ettim ve sonuçlar kesinlikle hayret ettiriciydi! Dünyaya dair ve bizlerden perdelenmiş olan varlıkların etkileşimlerine dair incelikli ipuçlarını okumayı öğreniyordum. Ve bu ipuçları standart “psişik olarak hassas” kişilerin olağan psişik izlenimlerinin epeyce ötesindeydi, emin olabilirsiniz! Çoğu zaman, duygusal eğilimlere veya neyin “daha iyi hissettirdiğine” dayalı olarak görmek istediğimin ötesini “görebilmek” çok çalışma gerektiriyordu. Bazen gerçeği görmek “kötü” hissettiriyor ama bunun tek nedeni o şekilde koşullandırılmış olmamızdır.

States of Denial: Knowing about Atrocities and Suffering (İnkar Halleri: Zulüm ve Acıyı Tanımak) adlı kitabında Stanley Cohen inkarı “gerçeğin meydana getirdiği suçluluk, endişe ve diğer rahatsız edici duygularla başetmeye yönelik bir bilinçaltı savunma mekanizması” olarak tanımlıyor. İnkarın nedenleri, açıkça bilinen gerçeklerden, kabul edilmesi halinde bizi zora sokan nahoş gerçeklere kadar geniş bir aralıkta uzanıyor.

Farklı inkar türleri şunları kapsayabilir:

  1. Birebir inkar
  2. Yorumsal inkar
  3. İmasal inkar

Yani, mevcut bazı gerçeklerin mevcut olduğunu inkar ediş, söz konusu bir deneyimin yorumunu değiştiriş ve bir gerçeğin derinlemesine kabulünden doğan ahlaki gerekliliklerden kaçış.

Cohen psikolojik inkara dair beş farklı bağlam sunuyor:

  1. farkındalıksız algı
  2. algısal savunma
  3. seçici ilgi
  4. bilişsel hatalar
  5. çıkarımsal başarısızlıklar

Yazar şu sonuca varıyor: “Bilimsel söylem, duygusal, dilsel, ahlaki ve entelektüel yaşamlarımızın karmaşıklığının bir ürünü olan inkar edebilme yeteneğinin şaşırtıcı bir insan fenomeni olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor…”

Burada yapmak istediğim şey, çevremizin bize verdiği ipuçları ve işaretleri anlamama yardımcı olan bazı şeyleri sunmak. Bu ipuçları ve işaretler, karar anlarımızı oluşturan ve farklı yönleri (ya daha fazla objektifliğe, ya daha fazla subjektifliğe) gösteren tabelalardır. Kararlarımız herhangi belirli bir anda gerçeğin ne olduğunu düşündüğümüze bağlıdır. Gerçekliğimi değiştirmeme yardımcı olan tüm bu işaretlerden sonra, Kasyopyalıların bir mesajlarında kastettikleri şeyi gerçekten anladım: “Hatırlayın, yoğunluk yalnızca kişinin bilinçli farkındalığını ifade eder. Kişi farkında olduğunda, HERŞEY o farkındalığa uyum gösterir.”

Bana bu konularda ipucu sağlayan ilk şeylerden biri, bir gün kızımı okuldan almayı beklerken yaşadığım garip bir tesadüftü. Lisenin park alanında arabamın içinde oturmuş çocukların binadan çıkışını ve o sıradaki o kendilerine özgü davranışlarını izliyordum. Bunu bir süredir takip ediyordum ve her gün Amerikan Yeniyetmelerinin bu garip ritüellerine tanık oluyordum.

Kızımın günümüz çocukları hakkında anlattığı pek çok şey arasında farkında olduklarımdan biri, okullarda meydana gelen aşırı hizipleşme veya kliklerdi. Bu her zaman o veya bu oranda mevcut olmuştur fakat günümüz dünyasında her zamankinden daha güçlü bir hale gelmiş gibi görünüyor.

Benim lise çağımda daha ziyade ekonomik bir bölünme vardı ve sosyal bir yapılaşma ve ifadeye ve sosyal bir gruplaşmaya neden oluyordu. Bunu anlamak çok kolaydı ve gerçek hayatta bir ölçüde bir yansıması vardı.

Ama günümüzdeki durum çok farklı. Hiçbir şey o kadar kesin hatlarla belli değil (ki bu, geçmişin o hatları belirgin sisteminin arzu edilir olduğu anlamına gelmiyor!). Modern liselerde oluşan gruplar veya hizipler tamamen farklı birşey. Bu değişimler beni şaşırttı ve bunun nedenini, altındaki dinamikleri merak ettim.

Kızım bana çetelerden ve ayrıca Preps, Jocks, Loadies, Gothics gibi bazı “tarz gruplarından” bahsetti. Bana net görünen şeylerden biri, ekonominin tüm bunlarla çok az ilgisinin olmasıydı. Zengin bir ailenin çocuğunun bir çetenin üyesi veya bir “Goth” olma ihtimali, fakir bir ailenin çocuğununkiyle aynıydı. Tüm gruplarda uyuşturucular yaygındı. Bizim zamanımızdakinin aksine, bakire olmak sizi şu veya bu gruba ait kılan şeylerden biri gibi görünmüyordu. Kibar çocukların sayısı tüm zamanların en düşük seviyesine inmiş görünüyor.

Ve şimdi bu çocukların gruplar halinde okulun çok sayıdaki girişlerinden dışarı dökülmelerini izliyordum. Her biri takılmak ve iletişim kurmak için kendi “türlerine” çekiliyordu.

Bu çocukların yaptığı esas şey neydi?

Bu olaydan önceki haftalarda, kendilerini ışık işçisi olarak sunan ama daha sonra tuhaf bazı rastlantılar yoluyla bunun aslında tam tersi oldukları anlaşılan insanlarla bazı etkileşimlerim olmuştu. Bu olaylardan bazıları Dalga serisinin 19. bölümünde anlatılıyor.

Bu deneyimler sırasında “sesi kapatıp” sadece hareketlere bakma fikri geldi aklıma. Bu insanlar sürekli birşeyler söyleyip iyi bir izlenim bırakmaya, beni ve diğerlerini sözleriyle ikna etmeye çalışıyorlardı ama başkalarının yaşamındaki ve kendi şahsi yaşamlarındaki etkilerine bakıldığında, birşeyler yanlıştı! “Dediğimi yap ama yaptığımı yapma” gibi bir durumdu ama bundan çok daha derin ve incelikli birşeydi aslında.

Bir gün primatlarla ilgili bazı çalışmalar okuyordum (bilirsiniz, Jane Goodall ve şempanzeleri) ve yabani hayattaki canlıları gözlemleme yöntemlerinin insanları gözlemlemek için çok faydalı olabileceğini düşündüm. Sözcüklere takılmayıp izlemek yoluyla, neler olduğunu anlama şansı çok daha yüksek oluyordu.

O yüzden oturdum ve bu çocukları izlemeye başladım ve primatlarla ilgili çalışmalardaki prensipleri onlara uygulamaya başladım. Beden dilleriyle ilgili ilginç bazı şeylerin farkına vardım; kimin kime nasıl ve nerede dokunduğu, birbirlerine göre nasıl bir konum aldıkları vs. Bu manevraları okuma yoluyla, bir tür hiyerarşik düzenin mevcut olduğunu görebiliyordum. Beş ila on çocuktan oluşan her bir grup içinde her zaman bir baskın kişi vardı. Birkaç dakika dalkavukluk yapılıp dokunulduktan sonra baskın kişi kabarıyor, uzuyor ve genişliyor gibi görünüyordu. Baskın kişinin adeta bir pilden enerji alır gibi dokunduğu seçilmiş bazı kişiler vardı. Ayrıca, belirli bir süre sonra gruplardaki bazı çocukların çöktüğünü, bütün enerjileri tükenmiş gibi gözle görünür şekilde büzüldüğünü, yorgun ve yenik bir şekilde uzaklaştıklarını fark ettim.

Matrix’ten manzaralar! Birden, birbirlerinden beslenmekte olduklarını anladım! Gördüğüm gerçekten en tuhaf ve korkutucu manzaralardan biriydi. Bir kişiden diğerine enerjinin aktarıldığını ve sonunda baskın kişinin aslan payını aldığını görebiliyordum.

Bu çok ilginç bir farkındalık uyanışıydı. Bu nedenle bunu çok daha fazla yapmaya başladım. Gerçekte ne olup bittiğini anlamak için etrafımdaki insanların birbirleriyle etkileşim kurma biçimlerini izleyecektim. Söyledikleri hiçbir şeyi duymamak ve belirli bir mesafeden onları izlediğimi fark etmeden onları gözlemlemek her zaman en iyisiydi. Tabii oldukça standart bir sonuç çıkıyordu. Her durumda bir tür enerji beslenmesi söz konusuydu.

Sonra evli insanları gözlemlemeye başladım ve klasik bakımdan değil de, kimin enerji aldığı bakımından, baskın kişinin kim olduğunu anlamaya çalıştım. İlginç bir şekilde genellikle iki kişi arasında “güçlü” kurtarıcının ilgisiyle beslenen, sözleri ve şikayetleriyle en çok ilgi çeken kişi, zayıf veya aciz olduğu düşünülebilecek olan kişiydi. Bunun ardından ilgi ve acıma kavramlarına tamamen farklı bir açıdan yaklaşmaya başladım. Bunun aslında daha fazla enerji almaya yönelik tam bir manipülasyon olduğunu görüyordum.

Bunun bir tür KH hiyerarşisinin kanıtı olup olmadığını merak etmeye başladım. Dünyadışı varlıklar tarafından kaçırılma olarak tanımlanan olayları da aynı bağlamda düşündüm. Baskın insanlar küçük gruplarına egemen olup üyelerden enerji emiyor ve sonra da topladığı enerjinin sağılması için kaçırılıyor muydu? Bu şeylerin aslında nasıl işliyor olabileceğiyle ilgili ilginç bir tahmin. Bu noktada hala sorular sorup gözlemler yapıyordum ve Kasyopyalıların dünyadışı varlıklar hakkında söyledikleri şeyleri kabul edebileceğimden hala emin değildim.

Her halükarda bu gözlemler sizinle paylaşacağım ilginç bazı düşüncelerin önünü açtı ama bunların sadece varsayımsal olduğunu unutmayın. Bilinçli, uyanık bir halde hiçbir zaman bir Gri veya bir “Kertiş” veya başka bir dünyadışı varlık görmedim. Ama çocuklarımla birlikte havuzdayken tepemde yaklaşık 100 m genişliğinde bumerang tipinde bir UFO gördüm; çocuklarım da gördü. Bu olaydan sonra neredeyse bir yıl süreyle çok garip fiziksel semptomlar yaşadım ve sonradan bunların bir tür radyasyon zehirlenmesinin etkisi olabileceği söylendi ama o kadar şüpheciydim ki sadece şiddetli bazı alerjiler ve aşırı çalışma sıkıntısı çekmekte olduğuma ikna olmuştum.

Bana öyle geliyor ki insanların çoğunluğu gerçeğin derinliğini ne biliyor, ne de şüpheleniyor; tamamen hipnotize olmuş durumdalar. Sessiz bir çaresizlik içinde yaşamlar yaşıyorlar ve diğer insanlar için, hatta belki dünyadışı varlıklar için bir ziyafet sunuyorlar.

Fark etmeye başladığım bir diğer garip şey, pek çok insanın, zihinlerini açmaya ikna etmek için ne kadar çok akıl ve mantık kullanırsanız kullanın duygusal, subjektif bir amaç ve inanç sistemine sıkı sıkı yapışmalarına neden olan ön-programlı düşünce döngülerine sahip gibi görünmeleridir. Bu tür olayların mevcut olmadığını kanıtlamaya adananlar ve “doğal dezenformasyon sanatçıları” bu kategoriye düşüyor. Birer ajan olduklarının farkında bile değiller ve birileri onları buna ikna edebilecek olsa veya öyle olduğuna dair makul bazı ipuçları gösterse feci şekilde korkarlardı. Gerçek şu ki bu insanlar inanç sistemleri yoluyla “Üçüncü Adam” konusunda programlanmış durumdadır ve ona inanıyorlar, çünkü inanmak istiyorlar. Bu “isteyiş” elbette onların seçimi.

Farkında olmaya yönelik bir potansiyele ve iç yapıya sahip başkaları olabileceğini söylemiştim. Dünyadışılar muhtemelen onları da kaçırıyor ama onların aleminde mevcut olması gereken bir tür “kanun” nedeniyle onları öldürüp ortadan kaldıramıyorlar. Ama taktıkları bazı mekanik araçlar yoluyla onların düşüncelerini kendini-imhaya, faydasız yollara ve anlamsız spekülasyonlara yönlendirmeye çalışıyorlar. Ayrıca bu cihazlar sayesinde, bu şahıslar bir gerçeğe veya bilgi formülüne yaklaştıklarında duygusal durumlarını manipüle ederek kendi duyguları nedeniyle kafalarının karışması sağlanabilmektedir. Bu kontrol programlarının kırılması çok zorlu bir görevdir.

Bu tür durumlarda pek çok şey olabilir. Kişi bu kafa karışıklığı durumlarını aşmayı öğrenebilir veya bunlar içinde takılıp kaybolabilir. Bu duygusal haller, sevilen ve sevilmeyen şeylerle ve herhangi gerçek bir realiteyle alakası olmayan, duygusal nitelikte pozitif ve negatif algılarla ilgilidir.

İnsanlar evlilik partnerinin kontrolcü ve enerji vampiri haline geldiği olumsuz evliliklere duygusal olarak yönlendirilebilirler; insanlar duygusal olarak birşeyi aşırı derecede arzulamaya ve arzularında kaybolmaya yönlendirilebilirler ve kendilerini yaptıklarının iyi olduğuna ikna etmek için her tür mantıksallaştırmalar yaratacaklardır ve bu mantıksallaştırmalar onları bir diğer ilüzyonun içine sevk etmekten başka hiçbir şeye yaramayacaktır.

Görünüşe göre eşzamanlı olaylar yaratılarak bu bireylere sunulabilir ve böylece bu bireyler evrenin kendilerini “onayladığını” düşünerek yapmakta veya düşünmekte oldukları şeyin doğru olduğuna ikna olabilirler.

Manipülasyonlar ve varyasyonlar sonsuzdur, inanılmaz derecede derindir ve kavrayış ötesinde sinsicedir. Ve bunu görmek korkunç birşeydi! Neredeyse tüm insanlığın sadece BESİN olduğunu gördüm. Tıpkı Matrix filminde betimlendiği gibi doğumdan mezara kadar kontrol ve manipülasyon altındaydılar ama cinnet geçirip tüm dünyayı kontrol altına alan bilgisayarlar için birer “pil” olmaktan ziyade, daha yüksek yoğunluklardaki varlıklara yönelik fiziksel birer enerji kaynağıydılar. Ve cehaletleri nedeniyle hiçbir şey yapamıyorlar. Farkında olmadıkları için özgür iradeleri yok.

Bu meseleler hakkında spekülasyonda bulunmaya devam ederken, kültürümüzün, dinlerimizin, felsefelerimizin, bilimlerimizin, hepsinin bu geniş ve karmaşık beslenme mekanizmasına, bu Kendine Hizmet hiyerarşisine katkıda bulunduğunu ve o hiyerarşi tarafından kontrol edildiklerini anladım. “Yeni” Yeni Çağ (New Age) yorumlarının bile çoğu, özgür irademizi elimizden almaya yönelik bir aldatma soğanın katmanlarından biri olmaktan başka hiçbir şey değildir.

“Sevgiye” ne olmuştu böyle? “Birliğe”, iyiliğe, Cennet’teki Tanrı’ya ne olmuştu? Hani dünyada herşey yolundaydı? Tüm dünyada devam ettiği düşünülen bilinç artışına ne olmuştu? Kendini “sevgi ve ışıkla” çevreleyip pozitif düşündüğünde “güvende” olmaya ne olmuştu? Tekrar ve tekrar, tüm bu şeylerin sadece “besleme makinesinin” maskeleri olduğunu görüyordum. İllüzyonun katmanları.

Elbette şu soru ortaya çıkıyordu: karanlığı içine düşecek kadar uzun bir süre boyunca mı araştırmıştım acaba? Yalanları ve kafakarışıklığını ortadan kaldırma çabam aslında bunların varlığının bir kabulü müydü ve bunların yaşamımda ortaya çıkmasına mı neden olmuştu? Bir yansımamı mı görüyordum? Bu noktada William James’in Varieties of Religious Experience (Dini Deneyim Türleri) adlı kitabını okuyordum. Bir alıntı:

Son toplantımızda sağlıklı mizacı ele aldık; uzun süreli acı çekiş konusunda yapısal bir yetersizliği olan ve herşeye iyimser gözle bakmanın karakter kalıbı haline geldiği mizaç.

Bu mizacın nasıl belirli bir din türünün temeli haline gelebileceğini gördük; iyiliğin, hatta bu dünya hayatının iyiliğinin, mantıklı bir birey tarafından temel olarak kabul edildiği bir din.

Bu dinde bireyler, evrenin kötü özelliklerini derinden hissetmeyi ve bunlara çok fazla ilgi göstermeyi sistematik bir şekilde azaltarak, derin düşünüşte onları görmezden gelerek ve hatta bazen doğrudan reddederek o kötülüğün etkilerinden korunmaya yönelir.

Kötülük bir hastalıktır ve kötülük endişesi de kendi içinde bir hastalıktır. Tövbe ve pişmanlık bile hastalıklı birer dürtü olabilir.

Şimdi, kötülük bilincinin yükünü hızlı bir şekilde üzerinden atamayan, doğuştan itibaren kötülüğün varlığından acı çekme kaderini yüklenmiş kişilere dönelim…

Hastalıklı zihnin farklı seviyeleri vardır… Bazıları için kötülük, etraftaki şeylerle olan bir ayarsızlık, kişinin hayatının çevreyle uyuşumsuzluğudur. Bu kötülük ya benliği, ya etraftaki şeyleri ya da her ikisini birden değiştirme yoluyla giderilebilir niteliktedir.

Bazıları içinse kötülük, kendi asli yapılarında mevcut olan bir yanlışlık, bir ahlak bozukluğudur ve çevredeki hiçbir değişiklik ve içsel benlikte yapılacak hiçbir yüzeysel düzenleme bu kötülüğü gideremez ve olağanüstü bir çözüm gereklidir. Bir bütün olarak Latin ırkları kötülüğe daha çok birinci bakış açısıyla yaklaşırken, Cermen ırkları Günah’ı doğal öznelliğimize çok köklü bir şekilde işlemiş ve hiçbir yüzeysel operasyonla çıkarılamayacak birşey olarak düşünme eğiliminde olmuştur.

…Genel olarak, bir insan bilincinin dikkatini çeken gürültü, basınç ve diğer dış uyaran miktarı anlamında bir bilinç eşiğinden bahsederiz. Yüksek eşikli bir şahsın uykusunu bozmayacak olan bir gürültü miktarı, düşük eşikli birini hemen uyandıracaktır. Benzer şekilde, bir şahıs herhangi bir duyumsayış düzenindeki küçük farklılıklara karşı duyarlıysa, o şahsın düşük bir “fark etme eşiği” olduğunu söyleriz. Bu şahsın zihni söz konusu farklılıkların bilincine varır. Ve aynı şekilde bir “acı eşiği”, bir “korku eşiği” veya bir “ızdırap eşiğinden” bahsedebiliriz ve bu duygular bazı bireylerin bilincine çok kolay erişirken, bazılarınınkine erişemez.

Goethe demiştir ki “Hayatımın gidişatı konusunda hiçbir şey söylemeyeceğim. Ama temelde acı ve yükten başka hiçbir şey değildi ve 75 yıllık ömrüm boyunca dört hafta gerçek huzur veya sağlık yaşamadım. Sürekli aşağı yuvarlanan bir kayanın sürekli yukarı taşınması gibi.”

Martin Luther dedi ki “Hayattan tamamen bezmiş durumdayım. Tanrı’nın gelip beni alması için dua ediyorum; kırk yıl daha yaşamaktansa Cennet’e gitme ümidimden vazgeçebilirim.”

“Sağlıklı zihnin” bu durumlara karşı sunabileceği tek rahatlık şudur: “Saçma! Açık havaya çık! Neşelen ve eğer olumsuzluğunu bırakırsan iyi olursun!”

Ama ‘mutluyum ve şanslıyım’ tavrına ruhsal değer atfetmek, unutkanlığın ve yüzeyselliğin kutsanmasından başka birşey değildir.

Problem ise ölebilmemiz, hastalanabilmemiz, ölümsüz bir hayata, hastalıksız bir sağlığa, sona ermeyecek bir iyiliğe ihtiyaç duyuyor olmamızdır. Bir arkadaş şöyle demişti: “Benim sorunum mutluluğa ve iyiliğe çok fazla inanıyor olmam ve bunların geçiciliği konusunda hiçbir şeyin beni teselli edememesidir.”

Hayvani telaş ve içgüdünün biraz soğutulması, hayvani sertliğin biraz azalması, acı eşiğinin biraz düşürülmesi, olağan neşe pınarlarımızın tümünün çekirdeğindeki kurdu ortaya çıkarmakta ve bizi melankoli metafizikçilerine dönüştürmektedir.

Mümkünse dünyanızın şu anda size ilham etmekte olduğu tüm duygulardan aniden arının ve sizin olumlu, ümitli veya evhamlı bir yorumunuz olmaksızın tamamen kendi başına varolduğunu hayal etmeye çalışın.

Böylesine bir negatiflik ve ölmüşlük durumunu fark etmek sizin için neredeyse imkansızdır. Dünyamızın sahip gibi göründüğü değer, çıkar veya mana aslında tamamen gözlemcinin zihninin ürünüdür.

Tıpkı gündoğumunun Mont Blanc’ı bir ölüm griliğinden umut verici bir keyfe dönüştürmesi gibi, sevgi de sevilen varlığı dönüştürür. Duygular, eğer varsalar, hayatı değiştirirler. [Laura’nın notu: Sadece bu bile, duygularımızın bizi kontrol veya hipnotize etmede ne kadar kolayca kullanılabileceğini gösteriyor olmalı!]

Tolstoy’un durumunda, hayatın herhangi bir anlama sahip olduğu duygusu bir süre için tamamen kaybolmuştu. Sonuç ise gerçekliğin ifadesindeki bir dönüşümdü.

Yenilenme fenomenini incelediğimiz zaman görürüz ki, değişimin yaygın sonuçlarından biri, kişinin gözünde doğanın geçirdiği dönüşümdür.

Hızlı bir merak ve sorgulama ve yoğunlaşan bir teorik faaliyet meydana gelir ve acı çeken kişi genellikle maddeyle doğru ilişkiye girmek için bir çözüme yönelir…

Tolstoy şöyle yazıyor: “Ne deliydim, ne de hasta. Aksine, kendi yaşımdaki insanlarda nadiren rastladığım bir fiziksel ve zihinsel güce sahiptim. Köylüler gibi ot biçebiliyor, hiçbir olumsuz etki hissetmeden beynimi kesintisiz sekiz saat çalıştırabiliyordum. Ama hayatımdaki herhangi bir eyleme herhangi makul bir anlam veremiyordum. Ve bunu baştan beri anlamamış olduğuma şaşırıyordum. Zihinsel durumum öyleydi ki, sanki biri benim üzerimde kötü ve aptalca bir oyun oynuyordu.

İnsan hayattan sarhoş olduğu süre boyunca yaşayabilir ama ayıldığında herşeyin aptalca bir kandırma olduğunu gözden kaçıramaz. İçinde gülünç birşey bile yok; tamamen ve basitçe zalim ve aptal.

Ama belki, dedim kendime, gözden kaçırdığım veya anlayamadığım birşey olabilir. Bu ümitsizlik durumunun insanlık için doğal olması mümkün değil. Ve insanın yarattığı tüm bilgi dallarında bir açıklama aradım.

Acılı, sürümcemeli ve canlı bir merakla sorguladım. Üşengeç bir şekilde değil, yoğun bir emekle ve inatçı bir şekilde günlerce, gecelerce aradım. Kaybolan ve kendini kurtarmaya çalışan bir adam gibi aradım. Ve hiçbir şey bulamadım.

Üstelik benden önce bilimde bir yanıt arayan hiçkimsenin de birşey bulamadığına ikna oldum. Beni ümitsizliğe sevk eden şeyin, yani hayatın anlamsız absürtlüğünün, insan tarafından erişilebilecek tek inkar edilmez bilgi olduğunu onlar da biliyordu.”

Şimdi bizi ilgilendirmesi gereken tek şey, normal hayata karşı olan bu mutlak hayalkırıklığı fenomenidir… Hayalkırıklığı bu kadar ileri bir seviyeye ulaştığında, insan cennetin yasak meyvesini yediğinde, cennetin mutluluğu bir daha asla gelmez. Gelebilecek tek mutluluk çok daha karmaşık birşeydir ve doğal kötülük de onun parçalarından biridir.

Acı çeken kişi daha önce olabileceğinden daha derin bir bilince sahip olarak tekrar doğar.

Bu noktaya vardıktan sonra, zihni sağlıklı olan bir iyimser ile, kötülüğe bakma deneyimini esas kabul eden zihni hastalıklı kişi arasındaki karşıtlığı görebiliriz. Sağlıksız zihinli için “sağlıklı zihinlilik” tarifsiz derecede kör ve sığdır. Sağlıklı zihinli için ise sağlıksız zihinli korkak ve hastalıklıdır. Onlar bu gazap çocukları ve ikinci doğum arzulayıcılarıyla ilgili tiksindirici birşeyler olduğunu düşünürler.

Ve eğer dini bağnazlık (insanları asma, kazıkta yakma) hala revaçta olsaydı, sağlıklı zihinli kişiler şüphesiz hasta zihinlilerin yok edilmesini savunurdu, tersi değil.

Kişinin dikkatini kötülükten uzaklaştırma ve sadece iyiliğin ışığında yaşama yöntemi işe yaradığı sürece harikadır…

Fakat şüphe yoktur ki sağlıklı zihinlilik felsefi bir doktrin olarak eksiktir, çünkü somut bir şekilde dikkate almayı reddettiği kötü gerçekler, gerçeğin sahici birer parçasıdır ve bu kötü gerçekler sonuçta hayatın öneminin en iyi anahtarı olabilir ve belki de gözlerimizi gerçeğin en derin seviyelerine açmamızı sağlayacak şeyler olabilirler.

Delinin korku vizyonları tamamen günlük hayat unsurlarından türer. Medeniyetimiz enkaz üzerine kurulmuştur ve her bireysel varlık ümitsiz bir ızdırabın ıssız acısını deneyimler. Jeolojik zamanların etobur sürüngenlerini hayal etmek bizim için zordur; tamamen birer müze numunesi gibi görünürler. Fakat müzelerdeki o kafataslarında, her gün kadersiz bir kurbanın ümitsizce çırpınan bedenine geçirilmemiş bir diş yoktur.

Aynı korku türleri bugünün dünyasını da doldurmaktadır. Bizzat kendi kalplerimizde, cehennemin kedisi korku içindeki çaresiz fareyle oynamakta veya telaşla çırpınan kuşu çeneleri arasında kavramaktadır. Timsahlar, pitonlar, çıngıraklı yılanlar da bizim kadar gerçek birer canlıdır ve onlar veya diğer vahşi hayvanlar ne zaman canlı avlarını kavrasalar, hastalıklı zihnin hissettiği ölümcül korku, duruma gösterilen doğru reaksiyondur.

Kötü gerçekler tıpkı iyi gerçekler gibi doğanın gerçek bir parçası olduğu için ve felsefi bir çıkarım olarak bunların rasyonel bir önemi olması gerektiği göz önünde bulundurulduğunda, bu şeylerin sistematik bir şekilde dikkate alınmaması, bunları görüş alanına dahil etmeye çalışan sistemlerle karşılaştırıldığında daha az tamdır.

Sağlıklı zihinli iyimserler mutlu olmak için yalnızca bir kere doğmaya ihtiyaç duyarken, ‘hasta ruhlar’ mutlu olmak için iki kere doğmaya ihtiyaç duyar.

James’in bahsettiği “sağlık zihinli insan” ile “hasta ruhlar” arasındaki fark arasında özellikle dikkatimizi çeken şey, bunun evrenin iki farklı kavramı arasındaki farkı vurguluyor olmasıdır: subjektif ve objektif.

Bir kere doğanda, dünya tek katlı birşeydir… parçaları sahip olduğu görülen değerlere sahiptir… İki kere doğan için ise dünya iki katlı bir gizemdir. Doğal iyilik sadece miktar ve süre olarak yetersiz olmakla kalmaz, varlığının kendisinde bir sahtelik gizlidir. Bizi asıl iyilikten uzaklaştırır ve ondan vazgeçiş ve ümitsizlik, gerçeğin yönüne attığımız ilk adımdır. İki hayat vardır: doğal hayat ve ruhsal hayat. Ve birinden vazgeçmeden diğerine gidemeyiz.

Şimdi soru şudur: birden üçüncü yoğunluk dünyayı aslında olduğu gibi mi görmeye başlamıştım? Objektif realiteyi mi görüyordum?

Kasyopyalılara bunu sordum ve bunun “çekim dalgası” celselerinden hemen önce olduğunu görebilirsiniz:

9 Haziran 1996

S: (L) Bu son dönemde herşeyi olduğu gibi, berrak bir şekilde görme süreci çok uyandırıcı oldu ve insanlarla etkileşimlere dair büyük resim ve bunun ne kadar çirkinleşebileceği… Korkunç bir depresyonun içine girdim. Bir kerede bu kadar çok şey görmekten dolayı dengemi tekrar kurmam gerekti. Bu süreçte bana ne olduğunu açıklayabilir misiniz?

C: Gelişim.

S: (L) Bu algıyı diğer insanlarla paylaşmaya çalıştım ve insanlara sonunda herşeyi gerçek hallerinde gördüğümü ve bunun HİÇ güzel bir resim olmadığını söylediğimde neredeyse istisnasız olarak hepsi “sen güçlü bir negatif varlığın kontrolüne girmişsin ve tüm bunları onun gözüyle görüyorsun” dedi! Neden böyle söylüyorlar?

C: Öncelikle “herşeyi böyle karanlık ve felaket havasında” algılamak doğru değil. Bu yalnızca çıkmakta olduğun sahtelikler kozasından kaynaklanan birşey. Dengeyi kutla. Dengesizlik illüzyonunun ölümü için yas tutma.

S: (L) Buradan nereye gidiyorum? Hepimiz nereye gidiyoruz?

C: Heryere.

Üçüncü bölümde Kasyopyalıların şu an bahsettiğim bu “görmenin” bir yıl öncesinde geçirdiğim DNA değişiklikleriyle ilgili olduğunu söyledikleri bazı garip etkileri anlattım. O önceki durumda, etkiler çoğunlukla zihinsel ve duygusaldı ve şahsi meselelerin ele alınması ve halledilmesi ile ilgiliydi. En hafif ifadeyle travmatikti ve sıcak ve soğuk basması, ağrı ve acılar gibi fiziksel yan etkiler de söz konusuydu. O akınlar gerçek bir meydan okumaydı ama biraz çabayla dengemi muhafaza edebiliyordum. Sanırım neredeyse tam bir yıl sonra gelecek olan şeye hazırlanıyordum.

Özgür irade ile özgür irade eksikliği, KH ile BH, subjektiflik ile objektiflik arasındaki gerçek farkı algılamaya başladığımda, bu gezegende mevcut olan ve neredeyse tüm ilişkilerimde genellikle “besin” kısmını teşkil ettiğim “besin zincirini” algılamaya başladığımda, bu algı hayatımda çok kesin bazı eylemlerde bulunmama neden oldu. Kocamdan ayrılmak ve yakın ilişki içinde olduğum çok sayıda insanı hayatımdan çıkarmak da buna dahildi, çünkü bu insanların benden beslendiğini açıkça görebiliyordum. Beslenme mekanizmasını gördüğüm zaman, besin olmamaya ve kimsenin enerjisiyle beslenmemeye dayalı seçimler yapıyordum. Ve bunu kimseye açıklamamın herhangi bir yolu yoktu.

Maddesel seviyede, bunun hem fiziksel hem de duygusal olarak büyük ve bunaltıcı bir acı çekiş yaratma potansiyeli vardı. Ben en çok ilgili diğer insanların acı çekmesi hususunda endişe duyuyordum ama anlaşılan oydu ki aslında onlar çok az acı çekiyordu! Cehennemin ateşlerinden geçen bendim.

Herhangi biri için gönülsüz bir besin olmayı reddettiğiniz ve bunu görünmeyen, önceden aşılanmış inançlarınızla çelişen birşeyi görme nedeniyle yaptığınız zaman, farklı ve korkutucu birşey görmüşsünüzdür ve gördüğünüz şey papazınızın veya psikoloğunuzun “gerçekçi” veya “pozitif” bir gerçeklik görüşü olarak tavsiye edebileceği birşey değildir. Size daha önce öğretilen ve inandığınız herşeye zıt yönde gittiğinizde ve hardal tohumu kadar küçük birşeye inanarak hareket ettiğinizde, ne olur?

Benim durumumda, hastalandım. Ve bildiğim diğer olaylarda da aynı sonuç ortaya çıktı, dolayısıyla bu nadir birşey değildi. Ciddi bir boğaz enflamasyonu nedeniyle haftalarca konuşamadım, gözlerim şişip kapandı ve ne antibiyotikler ne de başka herhangi türlü bir tedavi fayda etmedi; kulaklarım sürekli çınladı, berbat bir sıvı akıttı ve solumada ve hareket etmede güçlük çektim. Vücudumdaki her eklem ve kas kırılıp yırtılmış gibi acıyordu. Resmen güçlü birşeyin altında eziliyormuşum gibi hissettim. Ağrılardan ve hayatımın aslında ne olduğunu görmekten ve arayışım nedeniyle herşeyi değiştirmeye zorlanmaktan dolayı delireceğimi düşündüm. Gerçekten ölüyor gibiydim. O programlar gerçekten çok güçlü!

O noktada, huzur için ve herşeyi istikrarlı tutabilmek adına tekrar inkara, eski inanç sistemine dönmüş olabilirdim ama bana açık bir şekilde hemen eyleme geçmezsem ölümcül bir tehlikeye maruz kalacağımı söyleyen bir rüya görmüştüm. Bu, Jung’cu bir psikolog olan Clarissa Pinkola Estes’in tanımladığı standart bir “Karanlık Adam Rüyası”ydı. Bu psikolog, Women Who Run With The Wolves (Kurtlarla Koşan Kadınlar) adlı kitabında, bilinçaltı bilişimizi analiz etmek için eski hikayeleri kullanıyor:

Psişenin doğal avcısı sadece peri masallarında değil, rüyalarda da görülür. Evrensel bir inisiyasyon rüyası vardır ve eğer bir insan 25 yaşına ulaştığında bu rüyalardan birini görmemişse bu şaşırtıcı bir durumdur. Bu rüya genellikle kişinin mücadele ve endişe içinde aniden uyanmasına neden olur. Rüyada bir ev vardır ve evin dışında da tehlike veya karanlık vardır. Rüyacı korkar ve yardım bulmak için telaş içinde çaba gösterir. Birden tehlikenin yanıbaşında olduğunu veya tehlikenin yenilemeyeceğini, veya kaybettiğini görür. Rüyacı aniden, hızlı bir solumayla ve kalbi güçlü bir şekilde çarpar halde uyanır.

Bir avcı rüyası görmenin güçlü bir fiziksel yönü vardır. Rüyaya genellikle terleme, mücadele, kaba soluma, kalp çarpıntısı, bazen de ağlama ve korku iniltileri eşlik eder. Rüya yapıcının rüyacıya incelikli mesajlar verdiğini ve rüyacının nörolojik ve otonom sinir sistemini sarsan görüntüler gönderdiğini ve böylece bir durumun aciliyetini ifade ettiğini söyleyebiliriz.

“Karanlık rüyadaki” karanlık güçler insanlar tarafından “teröristler, tecavüzcüler, haydutlar, toplama kampı Nazileri, yağmacılar, katiller, kötü adamlar ve hırsızlar” diye tanımlanır. Rüyanın yorumunun birden fazla seviyesi vardır…

Bu tür bir rüya genellikle kişinin bilincinin içsel bir psişik avcının farkına vardığının güvenilir bir işaretidir…

Rüya bir habercidir; rüyacı psişenin unutulmuş ve pasifleştirilmiş bir işlevini keşfetmiştir veya keşfetmek üzeredir ve onu serbest bırakmaya başlamaktadır.

Karanlık adam rüyası kişiye ne tür bir zor durumla karşı karşıya olduğunu söyler. Rüya rüyacıya karşı zalimce bir tutumu gösterir. Tıpkı Mavi Sakal’ın karısı gibi, rüyacı meseleyle ilgili “kilit” soruyu bilinçli bir şekilde algıladığında ve soruyu dürüstçe cevapladığında serbest kalabilir…

Karanlık adam rüyaları bir inisiyasyon yaklaşırken görülür; yani bir biliş ve davranış seviyesinden bir diğerine psişik geçiş yaklaştığında. Bu inisiyasyon kişiyi yeni biliş ve oluş biçimine geçmeye hazırlayan bir geçit yaratır.

Rüyalar bir sonraki bilinç adımına ilerleyiş için birer “geçit”, giriş, hazırlıklar ve pratiklerdir.

Karanlık adam rüyaları birer uyanma rüyasıdır. Bu rüyalar şöyle der: Dikkat et! Dış dünyada ciddi bir problem var… “Karanlık adam rüyalarındaki” tehdit hepimiz için bir uyarı niteliğindedir. Eğer dikkat etmezseniz sizden birşey çalınacaktır! Rüyacının inisiye edilmesi gerekmektedir, böylece ondan birşeyler çalan şey tespit edilebilecek, kavranabilecek ve halledilebilecektir.

Mavi Sakal hikayesinde avcının büyüsüne kapılan bir kadının nasıl durumun farkına varıp Mavi Sakal’dan kaçtığını görürüz. Bu hikaye, bilgi, sezgi, derdini anlatma ve kararlı eylem yoluyla dönüşme hakkındadır. Sırları çözmeliyiz ve gördüğümüz şey karşısında ayakta kalma yeteneğinizi kullanabilmeliyiz. Ve sonra, gördüğümüz şey konusunda yapılmasını gerekeni yapmak için sesimizi ve aklımızı kullanmalıyız. İçgüdüler güçlü olduğunda, içsel avcıyı koklayarak, görerek ve duyarak sezgisel olarak tanırız… Varlığını tahmin ederiz, yaklaştığını duyarız ve ondan kurtulmak için adım atarız. İçgüdüsel olarak tutuk, yani sadece basit ayrıntıları görebilen kişiler avcıyı fark edene kadar avcı onları ele geçirmiş olur. Bize nazik davranmamız, kör olmamız ve suistimal edilmemiz öğretilmiştir. [Laura’nın notu: Canımızdan vazgeçmeye hipnotize edilmişizdir.]

Gençler ve sezgisel olarak tutuk olanlar inisiye olmamıştır. Onlar karanlık acı hakkında fazla şey bilmezler ve dolayısıyla çabuk inanırlar. Neyse ki avcı harekete geçtiğinde rüyalarda bariz izler bırakır. Bu izler sonunda avcının keşfedilmesine, yakalanmasına ve sınırlanmasına giden yolu açar.

Wild Ways hikayesi, insanlara ruhlarını korumak için ne zaman “nazik” davranmamaları gerektiğini öğretir. İçgüdüsel doğa, “şirin” olmanın bu tür durumlarda avcıyı gülümsettiğini bilir. Ruh tehdit altında olduğunda, bir çizgi çekip meydan okumak sadece makul değil, aynı zamanda gereklidir.

Büyük Sufi Şeyhi İbn-i Arabi tam da bu konular hakkında birşeyler yazmıştır. William Chittick The Sufi Path of Knowledge (Sufi Bilgi Yolu) adlı eserinde Sufi öğretileri hakkında bilgileri hem tercüme etmekte, hem de yorumlamaktadır. Aşağıda Arabi’nin ve Chittik’in yorumlarından alıntılar vardır ve kendi notlarımı eklemeden bunları olduğu gibi vereceğim. (Kitabı okuyun!)

Kur’an şu soruyu sorar: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39:9). Bilgi herşeyi kapsayan ilahi bir özelliktir ve bu nedenle de Tanrı’nın en harika ihsanıdır… Bilgiyi arayan insan için bilgi edinimi sonsuzdur, çünkü bilgi nesneleri sonsuzdur. İnsanın mutluluğunun sırrı budur. En büyük iyilik olan bilgi, aynı zamanda en büyük sevinç ve keyiftir. İnsan hayatının öbür dünyada hiç bitmeyen yolu, insanın sürekli bilgi edinimiyle açıklanabilir.

Mutlu kişiler için bu bilgi ruhlarıyla tamamen uyumludur ve dolayısıyla bilgideki her artış mutluluktaki bir artıştır. Perişanlar için şeylerin bilgisi acı verici bir işkencedir çünkü onların bu dünyadaki inançları ve pratikleriyle çelişmektedir. Her yeni bilgi, her yeni ifşa yeni bir sefalettir.

Perdelerin kaldırılması, gerçek durumun bilgisini ortaya koyar.

Peki ne görüyoruz?

Tanrı’nın kendini evrenin ve zihinlerimizin içeriğini oluşturan formlarda tezahür ettirdiğini görüyoruz. Tanrı kendini her yerde “hayal ediyor.” Nereye baksak onun “hayalini” algılıyoruz. Dolayısıyla sevdiğimiz herşeyde Tanrı’yı seviyoruz. Tanrı kendini her formda ortaya koyuyor, böylece sevdiğimiz herhangi bir formda O’nu sevmek zorunlu oluyor. Dolayısıyla tüm evren, temel yapı maddesi açısından soyludur. İçinde mükemmellik derecesi bakımından bir farklılık yoktur. Bir kurtçuk ile Evrensel Zeka, yapı maddesi olarak aynı mükemmelliktedir. Harikalık dereceleri ancak formlar içinde tezahür eder, çünkü formlar seviyelere tabidir!

Berzah veya Herşeyin Nefesi tektir; ne varlıktır, ne de yokluk. Hayaldir; ne O’dur, ne de O değildir. Bu ara alemde her özellik mecburen Tanrı’ya, yani her realitenin, hatta “yokluk” realitesinin kaynağı döner.

Bütün, varlıklarımızı tezahür ettirmek için haller arasında dalgalanma gösterir; tıpkı “bir” sayısının rakamlar seviyesinde rakamların varlıklarını tezahür ettirmek için dalgalanma göstermesi gibi.

Bu görmeye tepkimizin ne olması gerekiyor?

Adalet herşeyi yerli yerine koymaktır. Bilgelik her durumda gerektiği gibi davranmaktır. Doğru ilişkileri anlamadan doğru faaliyette bulunmak imkansızdır. “Bilge” doğru şey için doğru şeyi yapandır.

Peygamber demiştir ki “Herkese hakkını verin.” Bir insanın veya şeyin hakkı, onun yapısı ve Yasaya uygun hareket edişi temelinde hak ettiği şeydir!

Herşeye hakkını veren kişi sadece bilge değil, aynı zamanda saygılıdır.

Saygınınilahi kökeni, Tanrı’nın dünyayı İsimlerinin özelliklerini tezahür ettirmek için yaratıyor olmasıdır ve her bir isim belirli durumlar gerektirir. Evrenin “ikincil nedenleri” veya “yaratılmış şeyler” de bu isimler arasındadır. Tanrı ikincil nedenleri bir amaç için meydana getirmiştir ve saygılıinsan bunların her birinin hakkını verir. Bu, her gerçekliğin kendi işlevini yerine getirmesine izin vermektir. İkincil nedenleri “ortadan kaldırmak” isteyen kişi Tanrı’ya saygısızlık etmektedir.

İlahi saygılı insan, Tanrı’nın onayladığını Tanrı’nın onayladığı yerde ve Tanrı’nın onayladığı şekilde onaylayan kişidir.

Tanrı ikincil nedenleri amaçsızca yaratmamıştır. Bizim bunları desteklememizi ve ilahi güven için bunlara güvenmemizi istemiştir. İlahi Bilgelik bunu bilinir kılar… Dolayısıyla, ilahi ve saygılı bilge, ikincil nedenleri Tanrı’nın yerleştirdiği yere yerleştiren kişidir. Kimse ikincil nedenleri ortadan kaldırmaz; onları oraya Tanrı’nın koyduğunu bilmeyen kişi dışında. Büyük bilge kişi, Tanrı’yı bilen saygılı bir insan dışında kimse ikincil nedenleri onaylamaz.

Tanrı’nın hizmetkarları arasındaki bilge, herşeyi yerli yerine koyan ve seviyesinin ötesine koymayandır. Herşeye hakkını verir ve hiçbir şeyi kendi şahsi arzusu veya kaprisine göre yargılamaz. Bilge, Tanrı’nın kendisini belirli bir süre için yerleştirdiği mekanı göz önünde bulundurur ve Tanrı’nın yasaya göre kendisi için oluşturduğu bu mekan içindeki faaliyet kapsamını arttırıp azaltmadan yerine getirir. Sonra kendisine açıklandığı şekilde yürür ve bu mekanda kendisi için ayarlanan terazinin elinden düşmesine asla izin vermez.

Bir insan, birşeyin kökeninde ne olduğunu ve gereğinin ne olduğunu nasıl bilir?

Durumun formunu kendi varlığı yoluyla bilir.

Yani, bisiklet sürmeyi bisiklet sürerek öğreniriz. Samimi bir şekilde, peşin hükümler, varsayımlar veya beklentiler olmaksızın evrene dair sorular sorduğumuzda, yaşamlarımız cevabı oluşturmaya başlayacaktır.

Yani, yaşamlarımızdaki olaylar, koşullar ve ilişkiler, gerçeğin varlığının yansımasıdır. Gerçekliğimizin işaretlerini, sembollerini okuyarak “herşeye hakkını verme” yeteneğine geliriz. Ruhu görüntüyü çarpıtmayan bir ayna olan kişi, mutlu ve gerçekçi kişidir. Ebu Bekir şöyle yazmıştır: “Hiçbir şey görmedim ki önünde Tanrı olmasın.”

Perdeyi kaldıran kişi, farkında olmasa da her zaman yaratmakta olduğunu anlar. Fakat kişi kendi sınırlı iradesi ve arzularıyla yaratmaz, kendisi daha önce farkında olmayabilirse de, Bütün onun üzerinden daima yaratmaktadır.

“Kendi gerçekliğinizi kendiniz yaratıyorsunuz” fikrinin en çok çarpıtıldığı ve “eğer güzel düşünceler düşünürseniz, afirmasyonlar söylerseniz ve sadece hayatta görmek istediklerinizi görürseniz, onlar gerçekleşir” anlamına gelecek şekilde yozlaştırıldığı yer burasıdır. Güneş balçıkla sıvanmaz! Bu yozlaştırılmış öğreti aslında herşeye hakkını vermemek şeklinde Tanrı’ya karşı en ciddi saygısızlık hatasının yapılmasına götürür ve bu da benim kendi deneyimimden görebileceğiniz gibi son derece nahoş sonuçlara götürür. “Canın acıyana kadar vermek”, “öbür yanağını dönmek” ve “sevgi ve ışık göndermek” kavramlarına sıkı sıkıya inanıyordum ve sonunda gerçeği gördüğümde bu kavramlara olan inancım beni öldürmek üzereydi!

Örtüyü kaldıran kişiye Tanrı “herşeye hakkını ver” emrinde bulunur, tıpkı Tanrı’nın “herşeye kendine özgü bir form vermesi” gibi. O zaman yaratılmış hiçbir şey tarafından O’na herhangi bir hak iddiasında bulunulmayacaktır, tıpkı yaratılmış hiçbir şey tarafından Bütün’e herhangi bir iddia yöneltilmediği gibi. Perdenin kaldırılmasının böyle bir faydası vardır.

Pratikte bu ne anlama gelir? Yaşamlarımızın her olayında ve ilişkisinde, subjektif olarak hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerden bağımsız olarak “uygun” veya objektif olanı yapmayı ve “yasak” veya subjektif olanı yapmaktan sakınmayı öğrenmemiz gerekir.

İkincil nedenlerin veya maddesel gerçekliğin perdeleriyle kaplı olan zihinlerimiz genellikle birşeyin kökenini bilmez. Aksine, mantığımız genellikle bir maddenin o şeyin kendisi olduğunu söyler. Duyularımız için güzel ve hoş birşeye rastladığımızda o şeyin kökende güzel ve iyi olduğunu düşünürüz hatalı bir şekilde. Bunun örneklerinden biri zengin, yağlandırıcı tatlılar ile sağlıklı, besleyici sebzeler arasındaki zıtlıktır. Aynı şey hayatımızdaki olaylar ve ilişkiler içinde geçerlidir. İlişkiler ve kişilikler birbirine geçip karışır ve algılarımız ve kökler bakımından bunları birbirinden ayırmak zorlaşır. Ama yapmamız gereken budur.

Yapmamız gereken, deneyimlediğimiz herkesin ve herşeyin özelliklerini tespit etmek, “görünmeyen şeylerin ışığını”, “ruhu cehaletin karanlığından arındıran bilginin ışığını” görmektir.

Yine şu soruyu sormamız gerekiyor: bu basit karmik kavrayışlar nelerdir? Herşeye hakkını vermek ne anlama geliyor?

“Nereye dönersen dön, orada Tanrı’nın yüzü vardır.”

Karanlığı, içinde yaşadığımız gerçekliğin dehşetini görürken, Tanrı’nın bir yüzünü görüyordum.

Arapça’da birşeyin “yüzü”, onun özünü veya gerçeğini yansıtan birşeydir. Tanrı’nın yüzünü birine çevirmesi demek, kendini ifşa yoluyla o insanda gerçekliğini tezahür ettirmesi anlamına gelir.

Tanrı’nın görmeyi seçtiğiniz tek yüzü “İyi ve Seven” yüz olsa bile, diğer yüz yok olmaz, sadece göremediğiniz ama hayatınızda sizin anlayamadığınız şekillerde eylemde bulunacak olan Üçüncü Adam haline gelir. Değiştirmeye veya “katlanmaya” çalıştığınız belirli karakteristikleri olan birine aşık olmak gibi birşeydir bu. Eğer sevmeyi öğrenmek koşulsuz sevmek anlamına geliyorsa, sevmediğiniz parçaları olan birini sevdiğinizi nasıl söyleyebilirsiniz? O insanı aslında olduğu gibi sevmiyorsunuzdur. Aşık olduğunuz şey o insana ait “kendi imgelemenizdir.” Bir anlamda, kendinize aşıksınızdır, çünkü “sevdiğinizin” olması gereken şeyle ilgili imgenin yaratıcısı sizsiniz. Aynı şey “Tanrı Sevgimiz” için de geçerlidir. Eğer Tanrı’nın varlığının tam yarısını inkar ediyorsak onu nasıl seviyor olabiliriz? Eğer evrenin, varoluşun, TANRI’nın hangi parçasının kabul edilebilir olduğu konusunda kendimizi bir yargıç veya jüri yerine koyuyorsak?

Sevdikleri Tanrı veya kendi türlerinden biri olmadıkça, bil ki sevgi sevgililerin bütününü saramaz. Başka hiçbir sevgi bir insanı tamamen saramaz… Biri falanca kişiyi sevdiğinde, kendisinde hiçbir şey yoktur ki sevgilisinde tekabül eden parçasını bulmasın. Geriye kalan hiçbir şey yoktur… Sevenin dışadönük boyutu, sevdiğinin dışadönük boyutuna, içedönük boyutu ise sevdiğinin içe dönük boyutuna mest olur. Tanrı’nın hem Tezahür Etmiş hem de Tezahür Etmemiş olarak adlandırıldığını görmüyor musunuz? Dolayısıyla Tanrı ve ona benzeyenlerin sevgisi insanı tamamen sarar.

Tanrı tüm “yüksek karakter özelliklerinin” kökenidir. O aynı zamanda “alçak karakter özelliklerinin” de kökenidir.

İlahi formda yaratılmış olan insan tüm ilahi isimleri kapsar ve kendinde Tanrı’nın tüm karakter özelliklerini barındırır. Ruhsal yolcunun amacı isimleri ve karakter özelliklerini mükemmel denge ve uyum içinde gizlilikten hakikate, eylemselliğe getirmektir. İnsanın tezahür ettirdiği hem yüksek hem alçak tüm karakter özellikleri insanın içsel yapısında mevcuttur. Bunlar mecazi veya ödünç olarak değil, gerçekten ona aittir. Aynı şekilde Tanrı kendini adlandırmak için kullandığı tüm isimlere sahiptir; yaratım, hayat vermek ve öldürmek, alıkoyuş ve veriş, yapış, hilebazlık, alay, karar, emir, gülüş, coşma, merak, sevinçle alış, aşağılama, bağışlama, intikam alma, merhametli, öfkeli vs.

İnsanın düşük denen karakter özelliklerinin var olma hakkını inkar ettiği bir durumda yaşamak, bunları bir hata veya bir isyan olarak, “Şeytani bir aldatma” olarak düşünmek, varoluşun yarısını, Tanrı’nın tam yarısını inkar etmek, Tanrı’yı reddetmek, onu sevmemektir. Sadece sınırlı insan zihninin kabul edilebilir bulduğu parçaları sevip bedenin konforu için hoş ve arzu edilebilir olmayan parçalardan nefret etmek, subjektif bir şekilde benliğin sadece “kabul edilebilir” kısmını sevmek anlamına gelir. Bu kritik bir noktadır: benliğini tüm parçalarıyla birlikte kabul etmek.

Bu bir insanın her negatif karakter özelliğini “tezahür ettirdiği” anlamına gelmez; her zaman yüksek özellikleri tezahür ettirmeyi ve düşük özellikleri verimli bir şekilde kanallamayı seçmeyi kabul ettiği, sevdiği ve çaba gösterdiği anlamına gelir. Hem aydınlığı hem de karanlığı objektif bir şekilde, yani koşulsuz bir şekilde sevmek ve bir başkasının kendi uygun gördüğünü yapma ve olma Özgür İradesine asla müdahale etmemek, anahtarlardan, “basit kavrayışlardan” biridir.

Elbette bu aynı zamanda kendi Özgür İradesinin ihlal edilmesini reddetmektir. Bir başkasına “karşı” eylemde bulunmak zorunda değilsiniz. Bu tür durumlarda sadece “kendi kaderiniz için” eylemde bulunursunuz. Ve burada, “The Gospel of Sri Ramakrishna” (Sri Ramakrishna’nın İncili) adlı kitaptan (Swami Nikhilananda, Madras: Sri Ramakrishna Math, 1944) bir başka küçük örnek verebiliriz:

Üstat havarileriyle konuşuyor: Size bir hikaye anlatayım.

Bir ormanda pek çok havarisi olan yüce bir adam yaşarmış. Bir gün onlara tüm varlıklardaki Tanrı’yı görmeyi ve böylece hepsinin önünde saygıyla eğilmeyi öğretmiş.

Bir havari tören ateşi için ormana odun toplamaya gitmiş. Birden bir çığlık duymuş: “Yoldan çekil! Çıldırmış bir fil geliyor!”

Yüce adamın o havarisi hariç herkes hızla kaçmış. Bu havari filin de bir başka formdaki Tanrı olduğunu düşünmüş. O halde neden ondan kaçmalıydı ki? Yerinde durmuş, hayvanın önünde eğilmiş ve dualar okumaya başlamış.

Filin mahutu (yöneticisi) bağırmış: “Kaçın! Kaçın!” Fakat havari kımıldamamış.

Hayvan onu hortumuyla tutup kenara fırlatmış ve yoluna devam etmiş.

Canı acıyan ve yaralanan havari baygın halde yerdeymiş. Olanları duyan öğretmeni ve havari kardeşleri gelip onu keşişhaneye taşımış. Bazı ilaçlar sayesinde kısa süre içinde bilinci yerine gelmiş.

Biri ona sormuş: “Filin geldiğini biliyordun; neden oradan uzaklaşmadın?”

“Ama” demiş, “öğretmenimiz bize insanlar gibi hayvanların ve herşeyin Tanrı’nın farklı formları olduğunu söylemişti. Ben de bu yüzden gelenin fil Tanrı olduğunu düşündüm ve kaçmadım.”

Bunun üzerine öğretmen demiş ki: “Evet çocuğum, gerçekten de gelen fil Tanrı’ydı fakat mahut Tanrı sana orada durmamanı söyledi. Herkes Tanrı’nın tezahürleri olduğuna göre neden mahut görünümündeki Tanrı’nın sözünü dinlemedin?”

Aynı şekilde, kutsal metinlerde suyun Tanrı’nın bir tezahürü olduğunu söylenir. Fakat bazı sular ibadet için kullanıma uygunken, bazıları el-yüz yıkamak için, bazıları tabakları ve kirli çamaşırları yıkamak için uygundur. Bu son su türü içmek veya ibadet etmek için kullanıma uygun değildir.

Buna benzer olarak, şüphesiz Tanrı yüce olan ve olmayan, iyi ve kötü, erdemli ve erdemsiz herkesin kalbinde mevcuttur; fakat insan yüce olmayan, kötü ve kirli ile ilişki kurmamalıdır. Onlarla samimi olmamalıdır. Bazılarıyla konuşabilir fakat bazılarıyla bunu bile yapmamalıdır. Bu tür insanlardan uzak durmalıdır.

Bir havari sordu: “Efendim, eğer kötü bir insan zarar vermek üzereyse veya veriyorsa, sessiz mi kalmalıyız?”

Üstat: Bir toplumda yaşayan insan kendini kötü insanlardan korumak için bir kızgınlık göstermelidir. Fakat kendisine zarar verilecek beklentisiyle kimseye zarar vermemelidir.”

İyiyi ve kötüyü, çirkini ve güzeli, düzgünü ve yamuğu, ahlaklıyı ve ahlaksızı Tanrı yaratır.

Tümü nasıl kabul edeceğiz? Tanrı’yı tüm parçalarıyla nasıl seveceğiz? Her şeye hakkını nasıl vereceğiz?

Tüm bu özellikleri tezahür ettiriyor muyuz? Cevap “evet ve hayır.”

Ve o evet ve hayır arasında, yolda karşılaştığımız tüm tehlikeler uzanıyor. Yine Chittick’in “The Sufi Path of Knowledge” kitabından bir alıntı yapalım:

“Herşeyi kapsayan bir Tek Varlık var olduğuna göre, Tanrı hem iyi hem kötü olan herşeyde mevcut olduğuna göre, iyi ile kötü arasında fark yoktur ve herşeye izin vardır” diye düşünme hatasını yapmak kolaydır.

Anlamamız gerekiyor ki kötülük kendi seviyesinde gerçektir ve insanın kötü durumla kendisi kadar gerçek birşey olarak yüzleşmesini sağlamak için mevcuttur. Yani bir yanda dengeye, uyuma ve mutluluğa giden düz yol ile diğer yanda dengesizliğe, eşitsizliğe ve sefalete giden eğri yol arasında seçim yapmak için kendi doğası tarafından zorlanmak için mevcuttur.

Tanrı’nın bakış açısıyla bakılacak olursa tüm yollar “düzdür” fakat bu tüm isimleri ve tüm olasılıkları kavrayan varlık olarak Tanrı’nın bakış açısıdır. Tüm insanlığın mükemmelliğini ve mutluluğunu arzulayan Rehber olarak Tanrı’nın bakış açısı değildir.

Saf Varlık açısından bakılacak olursa iyilikten başka hiçbir şey yoktur. Fakat varoluş göz önünde bulundurulduğunda, “iyi” tanımı gereği “kötü” ile birlikte vardır. İnsan varlıkları Saf Varlık’la birlikte yaşamıyor ve iyilik ile kötülük arasında seçim yapma zorunluluğuyla karşılaşıyor. İnsanlar evrene diğer var olan şeyler bağlamında yerleştirilmiştir ve iyiyi ve daha iyiyi ve kötüyü ve daha kötüyü seçmeye mecbur kalmaktadır. İyilerin ve kötülerin tamamı Tanrı’yı Saf İyi olarak tezahür ettirdiği halde, şeylerin doğasının oluşturduğu ölçütlerle ilişkili olarak ve Tanrı’nın isteği üzerine, insan varlıkları seviyesinde birbirlerine eşit kabul edilemezler. Dolayısıyla kendi durumumuzda iyiliğin ve kötülüğün gerçekliğinden kaçamayız.

İnsan varlıkları bu dünyada varoluşlarının her aşamasında iyilik ile kötülüğü birbirinden ayırmaya mecburdur. İkincil nedenler O’nun adlarının özelliklerini alırlar ve evren yaşam doludur; her seviyede veriş ve öldürüş, affediş ve intikam alış, yüceltiş ve aşağılayış, doğru yönlendirme ve yanlış yönlendirme vardır. Her durumda insan çıkarları söz konusudur ve insan ikincil nedenleri iyilik ve kötülük olarak görmelidir. Dolayısıyla insanlar her zaman Tanrı’nın bakış açısını kendi bakış açılarından ayırmalıdır. Pek çok kişi bu konuda mantığını kaybediyor.

Tıpkı varoluşta iyilikten başka hiçbir şey olmaması ve tüm yolların Tanrı’ya çıkması gibi, tüm karakter özellikleri de yüksektir ve hiç biri alçak değildir. Fakat tüm karakter özellikleri ancak ontolojik kökleri itibariyle yüksektir. İyiliğin ve kötülüğün dört seviyesi dikkate alındığında bazıları yüksek, bazıları alçaktır.

İnsanların mutlak mutlulukla ilgili olarak yüksek ile alçak arasındaki farkı anlayabilmesi için kavrayışa ihtiyacı vardır.

Kavrayış, Tanrı’nın imanlı insanın gören gözüne verdiği ilahi bir ışıktır; tıpkı bakan göze ait olan ışık gibi. Bir insan bu kavrayışa sahip olduğunda, tıpkı duyuya hitap eden nesnelerin göze görünmesini sağlayan güneş ışığı gibi belli eder kendini. Güneşin ışığı ortaya çıktığında, görüşümüz nesneleri birbirinden ayırır. Büyüğü küçükten, güzeli çirkinden, beyazı siyahtan, kırmızıdan, sarıdan, hareketliyi sabitten, uzağı yakından, yükseği alçaktan ayırır. Aynı şekilde, kavrayışın ışığı imanla birlikte övülebilir olanı ayıplanabilir olandan, bir sonraki seviyeye ait olan mutluluk hareketlerini sefalet hareketlerinden ayırır.

Bazı kavrayış sahipleri, bir insanın topraktaki ayak izini gördükten sonra (o izin sahibinin orada olmamasına rağmen) o insanın mutlu mu yoksa sefil bir insan mı olduğunu söyleyebilecekleri bir noktaya ulaşmıştır. Bu, ayak izlerini takip eden bir iz sürücünün yaptığı işe benzer.

Kavrayışın ışığı doğrudan Tanrı’dan, yani kaynaktan gelmektedir. Sadece övülebilir olanı değil, aynı zamanda kınanabilir olanı da görebilmemizin nedeni budur.

Diğer bir deyişle kavrayışın ışığı, objektif bir şekilde görebilme yeteneğidir. Ve görünüşe göre bu “kavrayışı” bilgiyle elde edebiliriz.

S: (MM) Sanırım ne kadar bilgi özümsemişsen o kadar çok özgür iraden oluyor.

C: Evet!! Evet!!

S: (L) Diğer bir deyişle, bilgi ve farkındalık özgür iradenin farkına varmanı sağlıyor ve böylece hangi eylemlerin gerçekten özgür irade eylemi olduğunun farkına varıyorsun ve böylece yalanlar, aldatmalar ve gerçek arasındaki farkı bildiğinde veya şüphelendiğinde, hayatını kontrol edebilecek bir konumda oluyorsun. Doğru mu?
C: Evet.

Böylece nasıl “herşeye hakkını vereceğimiz” ile ilgili bir fikir edinmeye başlıyoruz. Oluşmaya başlayan kavram, yaşamlarımızdaki insanların ve olayların gizli imzasını okuyabilme ve başkalarının ve bizim çeşitli özelliklerimizi ifade ederken, eylemlerimiz ruhsal anlamda değerli olacak şekilde yanıt verme gerekliliğidir.

Ama bu noktada nihai mesele, bunun bir seçim oluşudur. Kasyopyalıların dediği gibi, özgür irade tüm Yaratımın en önemli yasasıdır.

(L) Pekala, bir okuyucumuz diyor ki: “Laura’nın sevgi konusunda söylediği bazı şeyler kafamı karıştırdı. İstenmediği zaman sevgi vermenin nasıl olup da fayda yerine zarara neden olduğunu anlamıyorum.” Bu konuda yorumda bulunabilir misiniz?

C: O durumda sevgi “vermek”, vermek değildir.

S: (L) Yani senden istenmediği zaman sevgi verdiğinde, aslında veriyor OLMUYORSUN, öyle mi?

C: Genelde olduğu gibi, alıyor oluyorsun.

S: (L) “Alıyorsun” derken, ne alıyorsun?

C: Enerji, KH olarak.

S: (L) İstenmediği bir durumda birine sevgini vererek ondan nasıl enerji alabilirsin ki?

C: Çünkü bir KH aracı, başka birinin ihtiyaçlarına karar vererek BH adayı olmayı öğrenemez.

S: (L) Bunun enerji almayla ilgisini anlayamadım.

C: Çünkü o durumda gerçekleştirilen eylem kendini memnun etmeye yöneliktir. Eğer biri talep yokken, yani ihtiyaç yokken, “verirse”, bu bir özgür irade ihlalidir! Ve ayrıca, böyle bir senaryoda başka ne gibi bir motivasyon olabilir ki?!? Bunun hakkında dikkatli ve objektif bir şekilde düşünün.

S: (L) Öyle bir senaryoda eğer biri istemeyen birine sevgi veriyorsa, bu diğerini değiştirmeye yönelik bir arzu olur. Yani kontrol etme arzusu.

C: Anladın!!

S: (L) Bir de şöyle diyor: “Evet, herşey derslerden ibaret ve eğer bir kişi belirli bir yolu seçmişse, onun gidip öğrenmesi gerekeni öğrenmesine izin verilmesi gerekir. Ama diyelim ki bu gerçekten sevdiğin birine oluyor. Ve diyelim ki o kişi öyle bir durumda ki, bir cinayet işlemeye doğru gidiyor. Eğer bu kişiye, bilinçli olarak farkında olmadan bile olsa sevgi gönderirsen, bu o cinayeti durdurmak için gerekli enerjiyi (etkiyi) sağlamaz mı?” Yorum lütfen.

C: Hayır hayır hayır!! Hatta, böyle bir enerji transferi sonucu daha da şiddetlendirebilir.

S: (L) Ne şekilde?

C: Alıcı dengesiz dalgalar algılayabilir.

S: (L) “Eğer bu kişiye sevgi gönderirsen, ona gerekli enerjiyi sağlamış olmaz mısın” derken bir ipucu ortaya çıkıyor zaten ve parantez içinde “etki” kelimesini kullanıyor. “Cinayeti durdurmak” için diğer insanın davranışını kontrol etme durumu. Bunda diğer bir insanın eylemlerini kontrol etme arzusu var gibi görünüyor.

C: Evet.

S: (L) Ama niyeti tamamen iyi, çünkü bir cinayeti durdurmak, böylece bir hayatı kurtarmak, ve sevdiği kişinin hapse gitmesini engellemek istiyor. Bu iyi bir niyet gibi görünüyor. Bu bir fark yaratmaz mı?

C: Karma’yı unuttuk mu?

S: (L) Hem S___ hem de ben, bu durumlarda her zaman yargıda bulunmanın mümkün olmadığını söyledik, çünkü bilmediğimiz çok şey var. Bilemeyiz. Örneğin Adolf Hitler tipinde birini öldürerek çok sayıda kişinin hayatının kurtarılabileceği bir durum düşünülebilir ama belki de öldüren ile ölen arasındaki karmik etkileşimden dolayı cinayetin olması gerekiyor ve biz bu şeyleri BİLEMEYİZ ve yargılayamayız.

C: Evet.

S: (L) “Eğer dünyaya sevgi enerjisi göndermezsek, egosantrik KH enerjisinin hakim olacağına inanıyorum.” diyor…

C: Bir kişi neden böyle birşey göndermeyi seçer? Motivasyon nedir?

S: (L) Olması gerektiğine inandığın hale getirmek için olanı değiştirmek… Herşeyin nasıl olması gerektiğiyle ilgili yargını izleyerek kontrol uygulamak.

C: Aynen öyle. Öğrencilerden okulun mimarları olmaları beklenmiyor.

S: (L) Yani herhangi türde bir etki empoze ettiğinde veya uyguladığında aslında Tanrı’yı oynuyorsun ve evrende bir yanlışlık olduğuna karar verip bunu düzeltmeye çalışıyorsun ve bu da yargılamak anlamına geliyor.

C: Evet, görüyorsun ya, kişi tavsiyede bulunabilir, bunda sorun yoktur, ama dersi değiştirmeye çalışmayın.

S: (L) Bir de şöyle diyor: “Bana göre, aydınlanmış bir varlık nerede olursa olsun etrafına sevgi yayar ve bu da talep edilmeden olan birşeydir. Bu oluyor çünkü bu insanlar bu! Sevgi!” Yorum lütfen.

C: Aydınlanmış varlık sevgi değildir. Buzdolabı otoyol değildir.

S: (L) Ne?! Sizin şu tuhaf benzetmeleriniz yok mu! Bunu anlamadım!

C: Neden olmasın?

S: (L) Tamamen alakasızlar!

C: Aynen öyle!!!

S: (L) Aydınlanmış varlık nedir?

C: Aydınlanmış bir varlık.

S: (L) Aydınlanmanın ölçütleri nedir?

C: Aydınlanmak!

S: (L) Biri aydınlandığı zaman bu kişinin profili nedir?

C: Bu sorgu bir yere ulaşmaz.

S: (L) Yapmaya çalıştığım şey aydınlanmış bir varlığın anlayışının ne olduğunu öğrenmek. Eddie ve başka pek çok insan, aydınlanmış bir varlığın SEVGİ’nin kendisi olduğunu veya sevgi yaydığını, bunun aydınlanmanın bir sonucu olduğunu düşünüyor.

C: Hayır hayır hayır. “Aydınlanmış” iyi anlamına gelmez. Sadece akıllı anlamına gelir.

S: (L) Demek aydınlanmış olan hem BH, hem de KH varlıkları var?

C: Evet, genel oranın yüzde 50/50 olduğunu düşünüyoruz.

S: (L) Peki aydınlanmış bir BH varlığının özelliği nedir?

C: Yalnızca veren akıllı bir varlık. (ç.n.: intelligent: zeki/akıllı)

S: (L) İstemeyenlere sevgi vermeme konusundan bahsettik. Peki aydınlanmış BH varlıkları ne verir ve kime verir?

C: Herşeyi; isteyenlere.

S: (L) Tamam. Bir grup üyesi o okuyucuya şöyle bir yanıt verdi: “E___, Kasyopyalıların sevginin ifadesiyle ilgili kavramlarının yarattığı paradoksa değinmiş olmandan dolayı teşekkür ederim. BİLDİĞİMİZİ sanıyor olabiliriz ama sadece deneyimlediğimizi biliyoruz. Kasyopyalıların bizim 3. yoğunluğumuza veya boyutumuza yeterli kavrayışı sunabilmesinin çok zor olabileceğini hissediyorum. […] (S) Benim buradaki paradoksla ilgili fikrim şu: Eğer kişi genel bir eğilimle Evrene sevgi yayıyorsa, bu bilinçli bir şekilde sınırlandırılmış veya yönlendirilmiş bir sevgi değildir, ki en azından kendi adıma, böyle birşeyi yapamam. Çoğu “zaman” çoğumuzun içinde bulunduğu durum da bu. Grupları veya bireyleri ayırt edebilmek, sürekli tanımlama durumunda olmak benim kavrayışımın çok ötesinde çünkü bu büyük ölçüde zaten bilinç dışı şekilde yapılıyor ve benim sevgi gönderme deneyimim de öyle denebilir. Kişi Bodhisattva3 olmadıkça, sevgi muhtemelen ancak bir bireye odaklandığı zaman daha büyük bir yoğunluk içerebilir. Niyetlenilen alıcının almaya hazır/muktedir olduğunu nasıl bilebiliriz? […]” “Almak”… Bence bu bir ipucu: Niyetlenilen alıcının sevgi enerjisine duyarsız kalması veya kendini bu enerjiden sakınması da mümkün. Özgür irade.

C: Evet.

S: (L) Eğer gönderilen şey gerçekten “sevgi enerjisi” ise, bu enerji KH varlıkları tarafından bozundurulur mu?

C: Belki.

S: (S) Evrene sevgi vermek genel anlamda en iyi yol olabilir, ama eğer kişi sevdiği birine odaklanırsa, bu sevgi ETKİLİ olabilir. Evren için de eşit ölçüde etkili olabilir mi?

C: Evren dengeye dayalıdır. Bu konuda yeteri kadar şey söylendi!

Yukarıdaki transkriptle ilgili olarak özellikle vurgulamak istediğim iki yer var:

“Çünkü bir KH aracı, başka birinin ihtiyaçlarına karar vererek BH adayı olmayı öğrenemez.”

Ve ikincisi de:

“Böyle bir enerji transferi sonucu daha da şiddetlendirebilir. Alıcı dengesiz dalgalar algılayabilir.”

“Bir yerlere varıyoruz sanırım. “Bir KH aracı, başka birinin ihtiyaçlarına karar vererek BH adayı olmayı öğrenemez” çünkü bu temelde yargılamadır.

Ama burada belirtmek isterim ki, fikir sahibi olmak, ayırt etmek, kiminle arkadaşlık edip kiminle etmeyeceğinizi, kimi sevip kimi sevmediğinizi seçmek, günlük hayatta yaptığımız çeşitli türlerdeki yargısal-görünümlü seçimler (yargılayıcı olduğumuz düşüncesiyle suçluluk hissetmemize neden olan seçimler) aslında yargılayıcılık değildir; bu fikirler/seçimler gerekli birer kavrayıştır.

Yargılamak ne demektir? Bir başkasının ihtiyaçlarına karar vermek ve sonra da bu karara dayalı olarak faaliyette bulunmak. Bunun neticesinde bir tür enerji “gönderme” meydana geliyor. Bu enerji gönderimi “sevgi ve ışık” şeklinde olabildiği gibi, “öbür yanağını dönmek” veya birini “kurtarmak” için vaazda bulunmak şeklinde de olabiliyor ve her halükarda başkasının ihtiyaçlarına karar vermek ve ruhsal seviyede aslında istenmeyen birşeyi yapmak anlamına geliyor.

Pek çok insan enerji elde etmek için manipülasyonda bulunur. Bu istemek değildir. Yalvarmak, kendini acındırmak, acizleşmek, saçmasapan davranışlarda bulunmak veya perişan hallere girmek… Tümü enerji alma yöntemleridir. Peki bu tür ikna etme yöntemlerine teslim olmayı kabul ederseniz bunun neticesi ne olur?

“Böyle bir enerji transferi sonucu daha da şiddetlendirebilir. Alıcı dengesiz dalgalar algılayabilir.”

Bunun anlamı, dünyada iyi faaliyet diye kabul edilen faaliyetlerin çoğunun aslında KH hiyerarşisini beslemekte olmasıdır. Bu bir karşılıklı birbirine bağımlılık ilişkisi gibidir. Suistimal edici sizi izniniz olmadan suistimal edemez. Ayrıca, şu veya bu grubu “kurtarmak”, “dünyayı ve sakinlerini sevgi ve ışık bombardımanına maruz bırakmak” için yürütülen tüm faaliyetler sadece negatifliği, karanlığı ve kontrol sistemini güçlendirmeye hizmet edebilir çünkü istenmeden birşey verdiğimizde veya seçimi aldatmak, kandırmak ve yanlış bilgilendirmek olanlara karşı bir eylemde bulunduğumuzda, niyetimiz iyi olsa bile özgür iradelerini ihlal ediyor oluyoruz. Böylece onlar da bu enerjiyle besleniyor ve Kendine Hizmet enerjilerini arttırıyorlar.

Hepimiz sevdiklerimizi yargı veya eylem hatalarından “kurtarmak” isteriz. Hepimiz, çocuklarımızın bazı durumlarda kendi ölümleriyle sonuçlanabilecek yolları takip ettiğini gördüğümüzde kendi içimizde biraz ölürüz. Ama aslında sadece tavsiyede bulunabiliriz; eğer çocuklarımız reşit bir yaşta iseler onların seçimlerine karşı koyamayız. Pek çoğumuzun başarısız olduğu nokta, çaresizlik maskesi altında ne kadar çok şeyin gizlendiği ve acıma ve şefkat duygumuza hitap ettiğini anlamaktır.

Muhtemelen pek çoğunuz “acınacak” durumdaki bir kişiye zaman, enerji, para, barınak, yiyecek, giysi veya başka bir tür yardımda bulunup sonra da o insan tarafından sırtınızdan bıçaklanma deneyimini yaşamıştır. Bunu sık sık yaşıyorum mu diyorsunuz? Evet. Sadece bu değil, o tür insanlar giderek daha büyük ve daha tatlı şeylere yöneliyor, giderek daha fazla sayıda insanı kullanıyor, başka insanların parası ve enerjisiyle giderek daha fazla güçleniyorlar. İlginç, değil mi? Peki dinimiz bize ne öğretiyor? “Unutun”, “öbür yanağınızı dönün”, “insanlara yardım etmek için elinizden geleni zorlayın” vs vs! Biri için “üzülmemiz” dolayısıyla bazı faydasız ilişkilerde ve durumlarda kalmayı sürdürüyoruz. Kendimizi özgürleştirmeye çalıştığımızda acındırma seviyesinin arttığını ve ağlama, sızlama ve yalvarmanın korkunçlaştığını görürüz!

S: (L) Ayrıca aramızdan bazılarının öğrenişimizi zorlaştırma ve enerjilerimizi boşaltma amaçlı olarak tasarlanmış görünen ilişkiler yaşadığını düşünüyoruz. Temel olarak bu ilişkiler bizi o kadar stres altında tutuyor ki potansiyelimizi gerçekleştiremiyoruz. Bu gözlemin doğruluğu var mı?

C: Bu çok temel bir doğru sevgili Knight’ım!

S: (L) Bu bireylerin acıma reaksiyonlarımıza dayalı bir tür psişik kanca yoluyla bizimle ilişki kurduklarını görüyorum. Acımanın doğası hakkında yorumda bulunabilir misiniz?

C: Acıyanlara acıyın.

S: (L) Ama acınan kişiler, acıma duygusu oluşturan kişiler aslında kimseye değil, bir tek kendilerine acıyor.

C: Evet…?

S: (L) O zaman oğlumun söylediği şey doğru. Birine acıdığın zaman, karanlıktakilere veya şikayet edenlere ve kendileri bir çaba göstermeden “kurtarılmak” isteyenlere sevgi ve ışık gönderdiğin zaman, suistimal ve manipülasyon karşısında nazik olduğun zaman, aslında bu kişilere verdiğin güçle iyice parçalanıyor ve bencilleşiyorlar. Yani KH’ye düşüşlerine güç kazandırıyorsun. Bu doğru mu?

C: Yanıtı biliyorsun!

S: (L) Evet. Bunu tekrar ve tekrar gördüm. Yaşamlarımızdaki bireyler acıma duygusu oluşturmak için çok gelişmiş bir yeteneğe sahip olanlar arasından seçilmiş bireyler miydi, ya da diğer insanların açıkça gördüğü bazı şeylere körleşmemize neden olacak şekilde acıma duygumuza özel bazı tepkiler göstermek üzere programlanmış kişiler miydi?

C: İkisi de değil. Nihai olarak enerjini tüketecek olan hipnotik bir tepkiyi tetikleyecek kişilerle etkileşime girmek için seçildin.

S: (L) Bu enerji boşaltımının amacı nedir?

C: Sence?

S: (T) Konsantre olamaman ve herhangi birşey yapamaman için. İlerleme sağlayamaman için.

C: En azından önemli şeylerde. Tamamen kaybettirici bir durum, bildiğin gibi.

S: (L) Bizi bu tür durumlara karşı birşey yapabilmekten alıkoyan şey diğer insanları incitme korkusu mu? Benim evliliğimi bu kadar uzatan başlıca faktör buydu. Ve evliliği sürdürmenin çocuklarımı daha fazla incitmeye başladığını gördüğüm için bunu bitirme cesaretini buldum. Birinin duygularını incitmek bizi neden bu kadar korkutuyor, eğer onlar bizi incitiyorlarsa?

C: Doğru kavram değil. “Onlara karşı bir eylemde” bulunmaya ihtiyacın yok, kaderinin yönünde eylemde bulunmaya ihtiyacın var.

S: (L) Ama bunu yaptığın zaman bu insanlar seni tamamen sefil bir hale getiriyor ve yolları ayırmaktan başka seçenek kalmıyor.

C: Evet, ama bu “onlara karşı eylemde bulunmak” değil zaten. Tam tersine. Hatırlarsan, tango için iki kişi gerekir, ve eğer ikiniz de dans pisti alevler içindeyken tango yapıyorsanız, ikiniz de yanarsınız!!!

S: (L) İnsan böyle bir “tangoyu” bırakmaya çalıştığında, hem de bu kişinin bir insan olarak sana karşı hiçbir şey hissetmediği bu kadar açıkken, ayrılmana neden bu kadar direnç gösteriyorlar?

C: “Onlar” değil. Saldırı araçlarından bahsediyoruz. Tüm KH’ler buna adaydır. Gezegeninizde bunlardan yalnızca 6 milyar tane var.

S: (L) Tamam, yani tüm insanlar saldırı aracı olabilir. (L) TK’nin Cumartesi günleri buraya gelip düzenli olarak celselere katılması konsantrasyonunu tekrar kazanmasına yardımcı olur mu?

C: Gerekli değişiklikleri yapması bunu sağlar.

S: (L) Bu tür insanların olduğu yerde bulunmak, bu tür insanların fiziksel veya enerjisel etkisi altında olmak zihni karıştırıyor ve kişinin durumun içinden çıkış yolunu görmesini neredeyse imkansız hale getiriyor. Doğru mu?

C: Zihni karıştıran şey enerji boşaltımı.

S: (L) Peki boşalan bu enerji nereye gidiyor?

C: 4. yoğunluk KH.

S: (L) Bu insanlar enerjimizi boşaltıyor ve 4. yoğunluk KH de bu enerjiyi onlardan alıyor, öyle mi?

C: “Bu insanlar” hiçbir şey yapmıyor!!!! Tüm bunları onlar üzerinden 4KH yapıyor!

S: (L) Yani başka yoğunluklardan yapılan kontrol ve manipülasyonların farkında olmayan, durumu anlamayan ve hatta öğrenmek de istemeyen insanlarla birlikte olduğumuzda kaybetmeye mahkum bir durumda oluyoruz ve bu durumda tek gerçek seçeneğimiz kendimizi bu insanlardan özgürleştirmek, yoksa “Şeytanla dans ediyor” oluruz. (T) Bizi bu tür insanlara çeken şeyin ne olduğunu öğrenmek isterim.

C: 4. yoğunluk KH’nin fikriydi.

S: (L) Yani diğer insanlar üzerinden düşüncelerini ve duygularını kontrol edebiliyor, kafana fikirler koyabiliyorlar ve sen de bu insanları “kurtarmanın” iyi bir fikir olduğunu düşünüyorsun. Bilmiyorsun. Dinlerimizde ve kültürümüzde canın yanana kadar vermen öğretiliyor, hatta neredeyse canını yaktığı için vermek. Tüm bu durum başka bir seviyeden tasarlanıyor ve kontrol ediliyor. Bu konu hakkında söyleyeceğiniz başka birşey var mı?

C: Programı bir kez gerçekten öğrendiğinizde bilginizi uygulamaya koyun. Kastettiğimiz şey: Tüm yapmanız gereken bu davranış kalıplarını, ince işaretlerini öğrenmektir, sonra her zaman bundan sakınma yeteneğine sahip olursunuz. Hem kendinizdeki, hem de diğerlerindeki. Varsayımla hareket etmeyin!

S: (L) Bu kişiden programı öğrendiğin zaman benzer bir kişiye yönelmekten sakınabileceksin yani. (TK) Bunu H’den öğrenmiş olmam gerekirdi. Aynı şeyi iki kez yaptım.

C: İşaretler mevcuttu, ama okumadın. Henüz programı bilmiyordun. Varsayımlarla hareket etmeyin!

S: (L) Yani bir insanı değiştirebileceğini veya yaptığın şeydeki birşeyi değiştirerek onlara doğal bir şekilde yardımcı olabileceğini düşündüğünde, bu varsayım oluyor.

C: Ya da herşeyin değişeceğini düşündüğünde.Ders no 1: Her zaman saldırı bekleyin. Ders no 2: Saldırının modlarını bilin. Ders no 3: Saldırıyı nasıl etkisiz hale getireceğinizi bilin.

S: (L) Kişinin yapmak istediği birşeyi yapmasına engel teşkil eden herşey bir saldırı olarak düşünülebilir sanırım. Bu annenin hasta olması da olabilir, çocuğunun bisikletten düşüp kolunu kırması da olabilir. Herşey saldırı aracı olan kişinin dikkat eksikliğiyle ilişkili.

C: Saldırı altındayken beklenmeyeni bekleyin, eğer sorun yaratacaksa…

S: (L) Yani eğer sorun yaratabilecek birşey varsa, bunun olmasını beklemek gerek.

C: Ama eğer bunu bekliyorsan, nasıl önüne geçileceğini öğrenirsin, ve etkisiz hale getirirsin. Buna ihtiyat denir ve bilgiye dayanır. Bilgi ne yapar?

S: (L) Korur! Sanırım insanın bu gezegende olan istisnasız herşeyin daha üst seviyelerde KH ile BH arasındaki etkileşimin bir sembolü olduğunu tam olarak anlaması gerekiyor.

C: Evet, ve bu henüz gerçekleşmiş değil. Doğal öğrenme sürecinin bir parçası olmak durumunda.

S: (L) Sanırım hepimizin dokunulmaz olduğunu ve saldırıya maruz olmadığını düşündüğümüz bir alanımız veya alanlarımız var. Veya bununla ilgili olan şeyleri 3. yoğunluk mantığıyla açıklayabileceğimizi sanıyoruz. Ta ki saldırının insanın bizzat kendinden, karısından, kocasından, çocuklarından, ebeveynlerinden, arkadaşlarından, İSTİSNASIZ HERKESTEN gelebileceğini anlayana kadar.

C: Buradaki engel, bu kavrama olan inanç eksikliği. Hatırla, kişiye din, kültür ve/veya bilim ideolojisi aşılandığında, herşeyi sadece ölçülebilir fiziksel gerçeklik bakış açısıyla görmeye eğilimli hale gelir. İnsanların fiziksel olmayan saldırının gerçekliğine olan inanç eksikliği konusunda iyileştirilmesi gerekiyor.

Dördüncü yoğunluğa hazırlanmak için yapabileceğimiz herhangi birşey olup olmadığını defalarca sorduk ve yanıt her zaman aşağı yukarı “bırakın olsun” şeklindeydi. Bununla ilgili ilginç bulduğum örneklerden biri:

C: Bunu hepinize söylüyoruz. Artık bireysel olarak, kendinizi üçüncü yoğunluğun sınırlandırmalarından mümkün olduğu kadar kendi adımlarınızla çıkarma çabası göstermenizin vaktidir; kendinizi buna zorlamayın, yalnızca kendi adımlarınızla çaba gösterin.

Öğrendiğiniz derslerle artık dördüncü yoğunluğa hazırlanmaya başlamak için fazlasıyla hazırsınız. Üçüncü yoğunluk, artık ihtiyaç duymadığınız seviyede bir fiziksellik, sınırlama ve bu paralelde şeyler içeriyor.

Bu nedenle, zaman zaman üçüncü yoğunluğa bağlanmanın daha rahat olmanızı sağladığını anlıyor birlikte, zaman, işte yine o kelime, artık ilerleme ve dördüncü yoğunluk için hazırlanma zamanıdır ve artık zaman gibi ve zaman ilüzyonundan nasıl kurtulacağınız gibi şeylerle ilgilenmemeniz iyi olur. Çünkü bu gerçekten önemli değil. Bu tıpkı matematik öğrenen bir üçüncü sınıf öğrencisinin durup geri dönerek ABC hakkında ve ABC’nin neden CBA veya BAC değil de ABC olduğu hakkında düşünmeye başlaması gibi birşey. Bunun gerçekten bir anlamı yok. Neyse o.

S: (L) Ben de bunu öğrenmek istiyorum, zaman nedir?

C: Bunu neden öğrenmen gerekiyor?

S: (L) Çünkü merak ediyorum. Zaman nedir?

C: Zamanın bulunduğunuz veya “bir zamanlar” bulunduğunuz seviyede öğrenme maksadıyla yaratılan yapay bir ilüzyon olduğunu, mevcut olmadığını ve bu seviyeyi geride bıraktığınızda artık buna ihtiyacınız olmadığını daha önce de söylemiştik.

S: (T) Belki derslerden biri de zaman hakkında düşünmemeyi öğrenmektir. Zamanın gerçek olmadığını bir kez öğrendiğinde… (SV) Bunu bir de patronuna söyle!

C: Eğer gerçek değilse, ne olduğunu merak etmenin bir faydası var mı? İki kişi arasındaki şöyle bir konuşmayı düşünün: Billy ve Gene. Billy Gene’e diyor ki; “Zaman diye birşey yok.” Gene diyor ki; “Gerçekten mi? Ama ben zamanın ne olduğunu öğrenmek istiyorum.” Billy diyor ki; “Ama daha şimdi söyledim ya, zaman yok. Zaman mevcut değil. Herhangi bir formda, herhangi bir referans çerçevesinde, herhangi bir gerçeklik formunda, herhangi bir yoğunluk seviyesinde mevcut değil. Zaman yok.” Ve Gene diyor ki; “Bu çok ilginç. Peki zaman nedir?”

S: (L) Anlaşılmıştır. (T) Saat takıyor musun? (L) Hayır. (SV) Ben iş programımdan dolayı mecburum. (T) Saati diğer insanlar zamana inandığı için takıyorsun. (SV) Evet. (T) Bu onların inancına gösterdiğin bir nezaket, kendi inancın değil.

C: Bu aynen doğru. Halen üçüncü seviyedeyken, üçüncü yoğunluk aleminde daha rahat olanlara belirli bir derecede uyum göstermeniz gerekli. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, belki de artık sizin için dördüncü yoğunluğa hazırlanma ve mutlak gereklilik durumları dışında üçüncü yoğunluğa ait tüm “nerede”lerle, “nasıl”larla ve “neden”lerle ilgilenmeyi bırakmaya başlama “zamanıdır.” Bu artık gerçekten geride bıraktığınız birşey ve bunu biliyoruz, çünkü altıdan bire ve yine birden altıya kadar kadarki tüm seviyelerden görebiliyoruz.

S: (L) Bununla ilgili son bir soru sormak istiyorum; çok uzak olmayan geçmiş bir celsede bu grubun amacıyla ilgili bir soru sormuştum ve cevap, bunu bilmemiz durumunda veya daha spesifik olacak olursak benim bunu bilmem durumunda “bağlarımın çözüleceği” şeklindeydi. Bunu birebir manada mı söylediniz?

C: Oo, evet kesinlikle. Bedenindeki her bir kemik birbirinden ayrılırdı.

S: (L) Dördüncü yoğunluğa hazırlanmaya başlama zamanımız olduğunu söylediğinize göre, belki artık bu soruyla ilgilenme zamanıdır.

C: Belki de şu anda bizi yönlendirmeye çalışıyorsun. Bu biraz komik elbette, bizden yardım istedin, ve sanırım şimdi yerlerimizi değiştireceksin. Ama gerçekten bir şekilde bu zaten oluyor ve tekrar hatırlatmalıyız ki, biz gelecekteki siziz ve sizin deneyimlemekte olduğunuz herşeyi zaten deneyimledik. Ve elbette her zaman zaten deneyimlenmekte olduğu için deneyimlemeye devam ediyoruz.

Şunu belirtmemiz gerekir ki, zaman zaman azarlamamıza rağmen, ilerleme gösteriyorsunuz ve gösterdiğiniz ilerlemeden çok gurur duyuyoruz.

Ayrıca bir kez daha, bu ilerlemenin miktarı ve aldığı yön konusunda endişelenmemenizi söylüyoruz. Bırakın olsun. Bu ilerlemeyi sürdürebilmeniz için mutlaka gerekli olan tüm bilgileri, uygun bir… [koro] ZAMANDA edineceksiniz.

O yüzden endişelenmenize gerek yok çünkü söylediğimiz gibi herşey yerini bulacak.

Henüz mutlak amacınızın ne olduğunu bilmeye hazır olduğunuzu hissetmiyoruz ve bunu bilmeniz zorunlu da değil ve bu hiçbir şekilde işinize de yaramazdı. Bu konuda endişelenmemenizi istiyoruz çünkü “zamanı” geldiğinde bileceksiniz.

Bu süreçte öğrenmekte olduğumuz “basit kavrayışlardan” bazılarını sizinle paylaştıktan sonra, sizi bir kez daha şu düşünce üzerinde düşünmeye davet ediyorum: “Bir KH aracı, başka birinin ihtiyaçlarına karar vererek BH adayı olmayı öğrenemez.”

Bunun hakkında uzun uzun ve ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor. Son bin yıl boyunca kaç grup, din, kültür ve siyasi sistem bu şekilde davrandı? Benim aklıma gelen başlıca örnekler tabi ki tektanrılı dinler ve bu dinlerin “insanlığı” kurtarmak için kullandığı korkutma taktikleri ve hipnotize edici çabalar. Düşünüldüğünde gerçekten korkunç.

Üçüncü yoğunlukta hepimiz Kendine Hizmet varlıklarıyız; bu başka türlü olamazdı. Bu gerçekle mücadele etmenin faydası yok. Ama seçimlerinizi yaparken başka varlıklar (kaderiniz doğrultusunda faaliyet gösteren varlıklar) için en az uygunlukta bir besin olmanızı ve başkalarının enerjileri ve kaynaklarıyla olan beslenmenizi de durdurmanızı sağlayacak şekilde seçim yapmak kesinlikle bir artıdır. Üyelerin bilgi, destek, duygusal enerji, zaman ve para ve diğer tüm şeylerle birbirlerini beslemeyi kabul ettiği ilişkiler mevcuttur. Ve eğer bu hiçbir şeyi gizlemeden, dürüstçe yapılırsa (çünkü herkes diğerinin istediğini ve ihtiyaç duyduğunu ister ve ihtiyaç duyar), o zaman bu bir ortak-yaşamdır ve Başkalarına Hizmet’tir.

10 Aralık 1994

S: (T) Hem BH’den hem de KH’den söz ediyorsunuz. Ama BH olmamız için öğrenmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Bizim yapmamız gereken şeyle sizin yaptığınız şey arasında neden böyle bir fark var?

C: BH dengedir çünkü kendinize diğerleri yoluyla hizmet edersiniz.

S: (T) BH olarak KH olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu doğru mu?

C: Evet. Zaten yanıtlandı.

S: (T) Yani giden şey dolanıp geri mi geliyor?

C: Evet.

S: (T) BH, KH’nin amacına mı hizmet ediyor?

C: Hayır. BH dengedir. KH dengesizliktir.

S: (T) Eğer KH dengesizlikse BH olma yoluyla nasıl KH olabiliyorsunuz?

C: BH dışa doğru akar ve kök noktası dahil tüm noktalara dokunur, KH ise içe doğru akar ve yalnızca kök noktasına dokunur.

Dolayısıyla, KH olmak ama BH doğrultusunda ilerlemek (BH adayı olmak) ile KH modunda yoğunlaşan bir KH olmak arasındaki temel fark KH’nin kasıtlı olarak seçilmesiyle ilgili görünmektedir. Çoğu insan kandırılarak KH’yi seçmeye yönlendiriliyor. Gerçekte ne yapmakta olduklarını anlamaya başladıkları zaman uyanmaya başlıyorlar. Uyandıkları zaman da seçim yapıyorlar: vermek ya da almak.

Ve bütün ne Karanlığa göz kırpıyor, ne de Aydınlığa. “Hatırlayın, yoğunluk kavramı yalnızca kişinin bilinçli farkındalığını ifade eder. Kişi farkında olduğunda, HERŞEY o farkındalığa uyum sağlar.”

Baktığınız her yerde Tanrı’nın Yüzü vardır.

1 Sonunda revize edilerek ” The Secret History of the World and How To Get Out Alive” adıyla yayınlanan kitap.

2 Bu bilgileri kitap yayını için düzenlerken, bu ifade şimdi yepyeni bir anlam kazanıyor. Pek çoğu hala gizli kontrol iplerini oynatan Obama yönetimi, George Bush takımı ve Neocon’lar yoluyla bu ihtimalin her geçen gün daha da arttığını görüyoruz.

3 Tibet Budizminde Bodhisattva sadece kendisi için değil, herkes için aydınlanmayı arayan kişiye denir. Bodhisattva saf şefkat ve sevgiyle hareket eder. Amaçları en yüksek oluş seviyesine ulaşmaktır: Buda’nın varoluş seviyesine. Bodhisattva Sanskritçe bir terimdir ve Bodhi (aydınlanma) ve sattva (varlık) kelimelerinden oluşur. Birer Buda olmak istemelerinin nedeni diğerlerine yardım etmektir.

Bir kişi Bodhisattva’nın yoluna ilk kez girdiğinde, Bodhisitta’yı, yani aydınlanma zihnini geliştirir. Bir insan böylesine yüce bir amaç doğrultusunda çaba gösterirken bile, kendilerinin de acı çekmekte oldukları gerçeği nedeniyle kendilerini sınırlanmış hissederler. Bu nedenle, başkalarına yardımcı olabilmek için birer Buda olmak isterler çünkü bir Buda sınırsız şefkat ve bilgeliğe sahiptir. Ayrıca Budalar diğer herkese neye ihtiyaç duyulduğunu anlatabilir. Bir Buda daha düşük bir zekaya sahip olanlar için daha basit kelimeler kullanırken, daha yüksek zekaya sahip olanlara daha yüksek bir dille cevaplar verebilir.

Bodhisattva yoluna girildiğinde akıl aydınlanmalıdır. Eğitim 6 konuda mükemmelleşmeye ulaşılarak başlar: 1) cömertlik, 2) etik, 3) sabır, 4) çaba, 5) konsantrasyon ve 6) bilge.

Posted in Ciltler, Dalga