Dalga 6. Bölüm: Hayvan Psikolojisi veya Geçmişteki A, gelecekte de A olacaktır. Geçmişteki A-olmayan, gelecekte de A-olmayan olacaktır. Geçmişte de gelecekte de herşey ya A’dır ya da A-olmayan’dır.
11 Şubat 1995
S: (L) Daha önce, Ouspensky’nin “Tertium Organum”unda algılar hakkında birşeyler okuyorduk. Bu, bizim algılarımızın durumu ve 2. yoğunluktaki algıların durumu ile ilgili yeterince doğru bir tanımlama mı?
C: Evet.
S:(L) Tamam, buradan 4. yoğunluk algısına bir sıçrama yapacak olursak…
C: Bekle ve gör.
Burada konuyla ilgili Kasyopya tartışmasına geçmeden önce Ouspensky’nin yukarıda belirtilen ikinci yoğunluk varlıklarının algıları hakkındaki bir yazısından bir bölümü alıntılamak istiyorum çünkü konu bu bölümde tekrar karşımıza çıkacak ve okuyucu bunun neyle ilgili olduğuna aşina olmak isteyebilir çünkü herkes şunu merak ediyor: Neden ve nasıl olup da bu kadar çok sayıda farklı algılarla dolu bir dünyada yaşayabiliyoruz, bu algılar bizim üzerimizde bu kadar derin etkiler yapabiliyor ve algılayamadığımız varlıklar arasında yaşayıp hareket edebiliyoruz?
Ayrıca dördüncü yoğunluğa mezuniyet sonrasında algılarımızı nasıl olabileceği meselesi de var ve bu hepimizin yanıtlamak istediği bir soru. Belki de Ouspensky, her ne kadar tümünün doğru olmadığı kesin olsa da konu hakkındaki spekülasyonlarında bize bazı ipuçları vermiştir.
Hatta Ark ve ben bu alıntıyı paylaşıp paylaşmama konusunda uzun uzun tartıştık çünkü Ark Ouspensky’nin “bilimsel argümanlarında” ciddi bazı hatalar algılıyor. Bu argümanların hiç bilimsel olmadığını ve Ouspensky’nin kanıt sağlamadan varsayımsal sıçramalar ve tanımlar yaptığını söylüyor.
Bu doğru olabilir ama sonuçta bu alıntının yapılma amacı, insanın ve hayvanın etrafımızı saran dünyayla ilgili deneyimleri arasındaki farkların neler olabileceğiyle ilgili ipuçları sunmak, böylece bunlara dayalı olarak daha derinlemesine fikir yürütmeler için bir çerçeve sağlamaktı.
Bu alıntı biraz uzun olacak ama önemli birşeyi kaybetmeden nasıl kısaltacağıma karar veremedim. 20’lerde veya öncesinde yazıldığı için dil biraz eski olmakla birlikte Ouspensky oldukça kısa ve öz ve ekonomik bir dile sahip ve lüzumsuz şeylerin miktarı çok az. Sonuçta, gidip kitabı satın alamayacak olanlar bile, bir yoğunluktaki algılar derken neyden bahsettiğimiz konusunda iyi bir kavrayış elde edeceklerdir. Aktarmak istediğim şey mutlaka Ouspensky tarafından sunulan ayrıntılar değil, bu algılama farklılıklarıdır. O yüzden, başta alakalı bulmasanız da lütfen okumaya devam edin çünkü aklınızda uyanmaya başlayacak olan bazı fikirlere şaşırabilirsiniz!
Tertium Organum’dan:
Algımızın temel birimi duyumsamadır. Duyumsama, iç hayatımızdaki temel bir değişimdir. Duyumsamaya neden olan veya bize öyle görünen şey ya dış dünyamızda iç yaşantımızla ilgili olarak ya da iç yaşantımızda dış dünyayla ilgili olarak meydana gelen bir değişimdir… Duyumsamayı, iç yaşantının durumundaki temel bir değişim olarak tanımlamak yeterlidir. Bir duyumsama deneyimlemenin, dış dünyadaki bir tür değişimin yansıması olduğunu varsayarız.
Deneyimlediğimiz duyumsamalar hafızamızda belirli bir iz bırakır. Bu izlerin birikmesiyle birlikte, duyumsamaların anıları bilincimizde gruplaşır. Benzerlik durumlarına göre birbirlerine iliştirilirler, bir araya getirilirler veya zıtlaştırılırlar. Genellikle birbirleriyle yakın bir ilişki içinde deneyimlenen duyumsamalar bilincimizde tekrar uyanma sırasında bağlantı biçimlerini korur. Duyumsama anıları giderek temsiller meydana getirmeye başlar.
Temsiller bir bakıma gruplaşmış duyumsama anılarıdır. Duyumsamalar gruplaşıp temsilleri oluştururken net bir şekilde tanımlanmış iki yön izlerler. İlk yön duyumsamaların karakterlerine göredir: sarı renk duyumsaması sarı renkle ilgili diğer duyumsamalarla, ekşi tat duyumsaması diğer ekşi tat duyumsamalarıyla ilişkilendirilir. İkinci yön duyumsamanın alınma zamanına göredir.
Bir temsil oluşturan bir grup, eşzamanlı olarak deneyimlenen farklı duyumsamalar içerdiğinde, bu belirli duyumsamalar grubunun anısı ortak bir nedene atfedilir. “Ortak neden” “nesne” olarak dış dünyaya projekte edilir ve söz konusu temsilin bu nesnenin gerçek özelliklerini yansıttığı varsayılır.
Bu tür bir anı grubu bir temsil oluşturur. Örneğin bir ağaç temsili; bu (belirli) ağaç. Bu gruba yaprakların yeşil rengi, kokusu, tonları, dallardaki rüzgar sesi vs eklenir. Tüm bu şeyler bir arada, zihnimizin yaydığı ışınların odağını oluşturur. Bu ışınlar giderek dışsal objeye odaklandırılır ve onunla iyi veya kötü bir şekilde bir uyuşum gösterebilir.
Zihinsel hayatın daha derin kompleksliklerinde, temsil anıları duyumsama anılarıyla aynı süreçten geçer. Birikim sırasında temsillerin anıları veya “temsil imgeleri” çok çeşitli şekillerde birbirleriyle ilişkilendirilir, bir araya getirilir, zıtlaştırılır, gruplar oluşturur ve sonunda kavramları meydana getirir.
Böylece farklı zamanlarda (gruplar halinde) deneyimlenen çeşitli duyumsamalar, bir çocuğun zihninde bir ağacın temsilini (bu ağaç) meydana getirir. Daha sonra ise farklı ağaçların temsil imgelerinden de ağaç kavramı oluşur (belirli bir ağaç değil, genel ağaç kavramı). Kavramların oluşumu kelimelerin oluşumunun önünü açar ve böylece konuşma ortaya çıkar.
Konuşma kelimelerden oluşur. Her kelime bir kavram ifade eder. Kavram ve kelime aslında aynı şeydir. Aradaki tek fark, kavramın içsel yönü, kelimenin ise dışsal yönü ifade etmesidir. Kelime, bir şeyin cebirsel işaretidir.
Konuşmalarımızda kelimeler kavramları veya fikirleri ifade eder. Fikirler daha geniş nitelikte kavramlardır; benzer temsillere yönelik bir grup işareti değildirler, farklı temsillerden oluşan grupları, hatta kavram gruplarını kapsarlar. Dolayısıyla fikir karmaşık veya soyut bir kavramdır.
Şu anda ortalama bir insanın zihinsel yaşamının üç birimi vardır: duyumsama, temsil ve kavram.
Gözlemler ayrıca bize göstermektedir ki belirli anlarda bazı insanlarda zihinsel yaşamın dördüncü bir birimi ortaya çıkar. Farklı yazarlar ve ekoller buna farklı isimler verirler ama bu dördüncü birimde fikirler unsurunun algı unsuru her zaman duygusal unsurla ilişkilidir. Eğer Kant’ın fikri doğruysa, eğer kendine özgü karakteristiklere sahip olan mekan dış dünyanın değil de bilincimizin bir özelliğiyse, o zaman dünyanın üç boyutluluğu bir şekilde zihinsel aracımızın yapısına bağlı olmalıdır.
Somutlaştırma amacıyla şu şekilde bir soru sorulabilir: Dünyanın üç boyutlu yayılımı ile zihinsel aracımızın duyumsamalara, temsillere ve kavramlara sahip olması ve bunların tam olarak bu düzende olmaları gerçeği arasındaki ilişki nedir?
Bu tür bir zihinsel aracımız var ve dünya üç boyutlu. Dünyanın üç boyutlu olmasının, zihinsel aracımızın bu şekildeki yapılanmasına dayalı olduğu nasıl kanıtlanabilir?
Eğer zihinsel aracımızı değiştirebilseydik ve etrafımızdaki dünyanın bu değişikliklerle birlikte değiştiğini gözleseydik, bu durum mekanın özelliklerinin zihinsel özelliklerimize bağımlı olduğunu bize kanıtlardı. Eğer yukarıda belirtilen daha yüksek iç yaşantı biçimi (ki bu daha yüksek içsel yaşantı biçimi tesadüfi bir şekilde hakkında çok az şey bildiğimiz bazı koşullara dayalı gibi görünmektedir) bir kavram kadar kesin ve bir kavram kadar irademize itaatkar hale getirilebilseydi ve eğer bu yolla mekanın karakteristiklerinin sayısı artsaydı, yani eğer mekan üç boyutlu değil de dört boyutlu olsaydı, bu durum varsayımımızı doğrulardı ve belirli bazı özelliklere sahip olan mekanın, duyusal algımızın formu olduğu yönünde Kant tarafından öne sürülen fikri kanıtlardı.
Eğer zihinsel hayatımızın birimlerinin sayısını azaltabilseydik ve kendimizi veya bir başkasını kasıtlı olarak kavramlardan mahrum bırakabilseydik, yani böylece bizim veya bir başkasının zihnini sadece temsiller ve duyumsamalarla işleyecek hale getirebilseydik ve eğer bu yolla bizi çevreleyen mekanın karakteristiklerinin sayısı azalsaydı, yani eğer bu yolla o insan için dünya üç boyutlu değil de iki boyutlu olsaydı, ve eğer zihinsel aracın daha da sınırlandırılması, yani onu temsillerden mahrum bırakma yoluyla dünya tek boyutlu hale getirilebilseydi, bu durumda varsayımımız doğrulanmış, Kant’ın düşüncesi kanıtlanmış olurdu.
Dolayısıyla, eğer duyumsamalardan başka hiçbir şeye sahip olmayan bir varlık için dünyanın tek boyutlu, duyumsamalara ve temsillere sahip bir varlık için iki boyutlu, kavram ve fikirlere ek olarak daha yüksek algı biçimlerine de sahip bir varlık içinse dört boyutlu olduğunu tespit edebilseydik, Kant’ın fikri kanıtlanmış olurdu.
Mekan fikrinin subjektif karakteriyle ilgili bu Kant önermesi, şu şartlarda kanıtlanmış olarak kabul edilebilir:
a) duyumsamalardan başka hiçbir şeyi olmayan bir varlık için tüm dünyamız (tüm çeşitliliğiyle) bir çizgi olarak görünseydi; eğer bu varlığın evreninde tek bir boyut olsaydı, yani eğer bu varlık algısal özellikleri bakımından tek boyutlu olsaydı;
b) duyumsamaları deneyimleme yeteneğine ek olarak temsiller oluşturma kapasitesine sahip bir varlık için dünya iki boyutlu bir uzantıya sahip olsaydı, yani eğer mavi gökleri, bulutları, yeşil ağaçları, dağları ve uçurumlarıyla tüm dünyamız ona sadece bir düzlem olarak görünseydi; eğer bu varlığın evreninde sadece iki boyut olsaydı, yani eğer bu varlık algısal özellikleri itibariyle iki boyutlu olsaydı.
Daha kısa bir şekilde ifade edilecek olursa, eğer belirli bir varlık açısından dünyanın karakteristiklerinin sayısının o varlığın zihinsel aracındaki değişikliğe göre değiştiğini görseydik, Kant’ın önermesi kanıtlanmış olurdu.
Zihinsel karakteristikleri azaltma şeklinde bir deney yapmamız mümkün görünmüyor, çünkü elimizdeki olağan imkanlarla kendimizin veya bir başkasının zihinsel aracının nasıl sınırlandırılabileceğini bilmiyoruz. Zihinsel karakteristiklerin arttırılmasıyla ilgili deneyler mevcuttur fakat çeşitli nedenlerle bunlar yeterince ikna edici değildir. Bunun temel nedeni şudur: zihinsel yeteneklerin artması iç dünyamızda o kadar çok yeni şey meydana getirmektedir ki, bu yeni şeyler dünyayla ilgili olağan algılarımızda eşzamanlı olarak meydana gelen değişiklikleri maskelemektedir. Yeniyi hissederiz ama farkı tam olarak tanımlayamayız.
Açık veya gizli amacı tam olarak bu bilinç genişletmesi olan pek çok öğreti ve dini ve felsefi öğreti vardır. Bu tüm zamanların mistisizminin ve tüm dinlerin, okültizmin, Doğu’nun yogasının amacıdır. Fakat bilincin genişletilmesi meselesi özel bir çalışma gerektirir.
Bu arada, zihinsel araçtaki bir değişiklik neticesinde dünyanın değişmesi hakkında yukarıda belirtilen iddiayı kanıtlamak için, daha az sayıda zihinsel karakteristik olasılığı hakkındaki hipotezi incelemek yeterlidir.
Bu yöndeki deneyleri nasıl gerçekleştireceğimizi bilmiyorsak bile, belki gözlem mümkündür. Kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: dünyada zihinsel yaşamı bu anlamda bizimkinden düşük olan varlıklar var mı?
Zihinsel yaşamı bizimkinden düşük olan bu tür varlıklar şüphesiz mevcuttur. Hayvanlar. Bir hayvanın zihinsel süreçleri ile bir insanın zihinsel süreçleri arasındaki farkın ne olduğu konusunda çok az şey biliyoruz. Olağan, “sözlü iletişime dayanan psikoloji anlayışımız” bu hususta tamamen cahildir. Bir kural olarak hayvanlarda mantığın varlığını tamamen reddederiz veya tam tersine onlara kendi psikolojimizi atfederiz. Hayvanların mantığının “sınırlı” olduğunu düşünürüz ama nasıl ve ne bakımdan sınırlı olduğunu bilmeyiz. Bazen hayvanlarda mantık değil, içgüdü olduğunu söyleriz. Ama içgüdünün ne anlama geldiğiyle ilgili fikrimiz son derece bulanıktır. Sadece popüler değil ‘bilimsel’ psikolojiden de bahsediyorum.
Ama içgüdünün ne olduğunu ve hayvan mantalitesinin nasıl olduğunu incelemeye çalışalım. Öncelikle bir hayvanın davranışlarını inceleyelim ve bu davranışların bizim davranışlarımızdan ne şekilde farklılık gösterdiğini tespit edelim. Eğer bunlar içgüdüsel faaliyetlerse, bu ne anlama geliyor?
Canlı varlıklarda refleks davranışlar, içgüdüsel davranışlar, rasyonel davranışlar ve otomatik davranışları ayırt edebiliyoruz. Refleks davranışlar eylem yoluyla gösterilen tepkilerdir, yani dışsal iritasyona gösterilen reaksiyonlardır ve her hangi bir örnekte bu iritasyonların faydalılıkları-faydasızlıkları ne olursa olsun, bunlara her zaman aynı şekilde tepki gösteririz. Kökenleri ve kanunları basit hücresel iritabilitenin neticesidir.
Hücre iritabilitesi ne demektir ve bu kanunlar nelerdir?
Hücre iritabilitesi derken kastedilen şey, eylem yoluyla hücrenin dış iritasyonlara tepki verme yeteneğidir. Yaşayan en basit tek hücreli organizmalarla yapılan deneyler, iritabilitenin kesin şekilde belirli yasalarla yönetildiğini kanıtlamıştır. Hücre eylem yoluyla dış iritasyona tepki vermektedir. Tepkisel eylemin gücü, iritasyon gücündeki artışla birlikte artmaktadır fakat kesin oranı belirlemek mümkün olmamıştır. Tepkisel bir eylem meydana getirmek için iritasyonun yeterince güçlü olması gerekir. Deneyimlenen her iritasyon hücrede belirli bir iz bırakır ve onu yeni iritasyonlara daha duyarlı hale getirir. Hücrenin eşit güçte tekrarlanan bir iritasyondan ikincisine, birincisine olduğundan daha güçlü bir eylemle tepki vermesi bu durumu kanıtlamaktadır. Ve eğer iritasyonlar tekrarlanmaya devam ederse, hücre bunlara belirli bir sınıra kadar sürekli artan bir eylemle tepki verir. Bu sınıra ulaşıldığında hücre yorulur ve aynı iritasyona giderek daha zayıf reaksiyonlarla tepki vermeye başlar. Hücre iritasyona alışmış görünür. İritasyon hücrenin kalıcı çevresinin bir parçası haline gelir ve hücre ona reaksiyon göstermeyi bırakır çünkü hücre yalnızca kalıcı koşulardaki değişikliklere tepki gösterir. Eğer iritasyon en başından beri bir tepki eylemi üretmeyecek kadar zayıfsa, yine de hücrede görünmez bir iz bırakır. Tekrarlı zayıf iritasyonlar yoluyla hücrenin bu iritasyonlara tepki vermesinin sağlanabilmesi bu durumu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla iritabilite yasalarında hafıza, yorgunluk ve alışkanlık yeteneklerinin kalıntısı denebilecek şeyleri görüyoruz. Hücre bilinçli ve mantıklı değilse bile en azından hatırlayabilen, alışkanlıklar oluşturabilen ve yorulabilen bir varlık ilüzyonu meydana getirmektedir.
Neredeyse bir hücre tarafından kandırılabilecek bir durumdayken, karmaşık bir yaşama sahip bir hayvanın bizi kandırması çok daha kolaydır. Ama eylemlerle ilgili analizimize dönelim.
Bir organizmanın refleks eylemlerinden kastedilen şey, tüm organizmanın veya onun ayrı ayrı parçalarının hücrenin kendisi gibi, yani iritabilite yasası sınırları içinde davrandığı eylemlerdir. Bu eylemleri hem insanda hem de hayvanlarda gözlemliyoruz. Ani bir soğuk veya beklenmedik bir dokunuş insanı titredir. Eğer bir nesne çok hızlı yaklaşır veya ona dokunursa gözlerini kırpar. Eğer bir insan bacakları serbest duracak şekilde oturursa, dizinin hemen altındaki tendona vurulduğunda ayağı ani bir eylem yapar. Bu eylemler bilinçten bağımsız bir şekilde, hatta bazen bilince rağmen meydana gelir. Kural olarak bilinç bunları zaten meydana gelmiş olarak algılar. Bu eylemlerin fayda sağlamaya yönelik olması gerekmez. Önünde bir bıçak veya ateş bile duruyor olsa, tendona vurulduğunda ayak ileri doğru ani bir eylem yapacaktır.
İçgüdüsel eylemlerden kastedilen şey, fayda sağlamaya yönelik olan ama herhangi bir seçim veya amaç farkındalığı olmadan gerçekleştirilen eylemlerdir.
Bu eylemler duyumsamada duygusal bir özelliğin ortaya çıkmasıyla birlikte, yani zevk veya acı hissi o duyumsamayla ilişkilendiğinde meydana gelir.
Gerçekten de insan zekasının ortaya çıkmasından önce, tüm hayvan krallığındaki ‘eylemler’ zevk elde etme veya zevki muhafaza etme ve acıdan kaçınma eğilimiyle yönetilir. En yüksek eminlikle söyleyebiliriz ki, içgüdü denen şey, tıpkı bir elektro mıknatısın pozitif ve negatif kutupları gibi bir hayvanı bir yönde veya diğer yönde itip çeken ve onu bir dizi karmaşık eylemler gerçekleştirmeye zorlayan ‘zevk ve acı’dır. Bu eylemler bazen o kadar fayda sağlamaya yöneliktir ki, bilinçli görünür. Sadece bilinçli değil, durugörü sınırına yaklaşan gelecek öngörülerine dayalı; tıpkı kuşların göçü, doğmamış olan yavru için yuva yapılması, sonbaharda güneyin, ilk baharda kuzey bulunması vb. Fakat aslında bu eylemler sadece içgüdüyle, yani zevk-acıya uygun eylemle açıklanır.
Binlerce yılın günler olarak sayılabileceği süreçler içinde, seçim yoluyla tüm hayvanlarda bu itaate göre eylem eden bir tip gelişmiştir. Bu itaat fayda sağlamaya yöneliktir, yani sonuçları istenen amaca doğru gider. Bunun neden böyle olduğu son derece açıktır. Eğer tehlikeli bir şey zevk hissi türetseydi, söz konusu bir tür yaşayamazdı ve kısa süre içinde nesli tükenirdi. Onun hayatındaki kılavuz faktör içgüdüdür ama içgüdü fayda sağlamaya yönelik olduğu sürece. İçgüdü fayda sağlamaya yönelik olmadığında, o içgüdü ölümün kılavuzu haline gelir ve tür kısa süre içinde yok olur. Normal olarak “acı-zevk”, getireceği fayda veya zarar için değil, o fayda veya zararın neticesi olarak hoş veya nahoştur. Söz konusu bir tür için bitkisel hayatı sırasında faydalı olan etkiler, hayvan hayatına geçişle birlikte hoş olarak deneyimlenmeye başlar. Zararlı etkiler ise nahoş olarak deneyimlenir. Aynı etki (örneğin belirli bir sıcaklık derecesi) bir tür için faydalı ve hoş, bir diğer tür içinse zararlı ve nahoş olabilir. Dolayısıyla, ‘zevk-acı’ya itaat fayda sağlayıcı olmalıdır. Hoş hoştur çünkü faydalıdır ve nahoş nahoştur çünkü zararlıdır.
İçgüdüsel eylemlerden sonraki aşama rasyonel ve otomatik eylemlerdir. Rasyonel eylemden kastedilen şey, eylemde bulunan varlık tarafından gerçekleştirilmeden önce bilinen eylemdir; yani gerçekleştirilmeden önce, eylemde bulunan varlık tarafından isimlendirilebilecek, tanımlanabilecek, nedeni ve amacı belirtilebilecek bir eylem.
Otomatik eylemlerden kastedilen şey, söz konusu bir birey için rasyonel olan ama sıkça tekrarlanma nedeniyle giderek alışkanlık haline gelerek bilinçsizce yapılmaya başlanan eylemdir. Eğitilen hayvanlar tarafından öğrenilen otomatik eylemler daha önce hayvanda değil, eğiticide rasyoneldi. Bu tür eylemler genellikle son derece rasyonel görünür ama bu tamamen ilüzyondur. Hayvan eylemlerin sırasını hatırlar ve dolayısıyla hayvanın eylemleri düşünülmüş ve amaca yönelik gibi görünür. Bu eylemlerin düşünüldüğü de doğrudur ama hayvan tarafından değil. Otomatik eylemler genellikle içgüdüsel eylemlerle karıştırılır. Aslında birbirlerine benzerler de ama aynı zamanda aralarında büyük bir fark vardır. Otomatik eylemler birey tarafından bireyin yaşam süreci içinde yaratılır. Ve bu eylemler otomatik hale gelmeden önce o birey veya bir başka birey için uzun süre rasyonel olarak kalmalıdır.
İçgüdüsel eylemler bir türün yaşamı boyunca yaratılır ve bu eylemleri gerçekleştirme kapasitesi kalıtım yoluyla hazır bir şekilde nesilden nesle aktarılır. Otomatik eylemlere içgüdüsel eylemler denmesi mümkündür; söz konusu bir varlığın kendisi için geliştirdiği eylemler. İçgüdüsel eylemlere söz konusu bir türün geliştirdiği otomatik eylemler denemez çünkü bunlar o türün ayrı bireyleri için hiçbir zaman rasyonel değildiler; karmaşık bir refleksler dizisinin sonucudurlar.
Reflekslerin, içgüdüsel eylemlerin ve ‘rasyonel’ eylemlerin yansıtmalı olduğu, yani bağımsız olmadığı kabul edilebilir.
Birinci, ikinci ve üçüncü insanın kendisinden değil, dış dünyadan gelir. İnsan sadece güçlerin bir aktarım veya dönüştürme istasyonudur; onun bu üç kategoriye ait olan tüm eylemleri dış dünyadan gelen izlenimlerle üretilir. Bu üç tür eylemde insan aslında eylemlerinin farkında olan veya olmayan bir otomatondur. Hiçbir şey onun kendisinden gelmez.
Yalnızca en yüksek eylemler kategorisi, yani bilinçli eylemler (genellikle bunları gözlemlemeyiz çünkü bunları rasyonel eylemlerle karıştırırız; bunun da en büyük sebebi ‘rasyonel’ eylemlere bilinçli eylemler dememizdir) yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlere değil, aynı zamanda başka bir şeye dayalıdır. Ama bu tür eylemlere yönelik yeteneğe çok nadir rastlanır. Çok az insan bu yeteneğe sahiptir. Bu insanlar yüksek insan türü olarak tanımlanabilir.
Eylemler arasındaki farkı tanımladıktan sonra şu soruya dönelim: Bir hayvanın zihinsel aracı ile bir insanın zihinsel aracı arasındaki fark nedir?
Dört eylem kategorisinden sadece ilk iki tanesi hayvanlar için erişilebilirdir. ‘Rasyonel’ eylemler onlar için erişilebilir değildir. Bunun başlıca kanıtı, hayvanların bizim gibi konuşmamasıdır.
Konuşma yeteneğinin her zaman kavram edinimiyle ilişkili olduğu gösterilmişti. Sonuç olarak, hayvanların kavramlara sahip olmadığını söyleyebiliriz.
Bu doğru mu? Ve kavramlara sahip olmadan içgüdüsel mantığa sahip olmak mümkün mü?
İçgüdüsel mantık hakkında bildiğimiz tek şey, sadece temsiller ve duyumsamalara sahip olunduğunda işlerlik gösterdiği, daha düşük seviyelerde ise sadece duyumsamalara sahipken işlerlik gösterdiğidir. Temsiller yoluyla düşünen zihinsel araç, mevcut temsiller arasından o seçimi yapmasına imkan sağlayan içgüdüsel mantıkla özdeş olmalıdır. Bu seçim dışarıdan bakıldığında mantık yürütme ve sonuç çıkarma izlenimi meydana getirmektedir. Gerçekte ise bir hayvan eylemlerini düşünerek yapmaz, duygularla yaşar ve herhangi belirli bir anda en güçlü olan duyguya itaat eder. Bir hayvanın hayatında çok şiddetli anlar olabilir ve hayvan bu tür durumlarda belirli bir temsiller dizisi içinden bir seçim yapma gerekliliğiyle karşı karşıya kalabilir. O durumda, belirli bir anda, eylemleri mantıkla belirlenmiş gibi görünebilir. Örneğin tehlikeyle karşılaşan bir hayvan genellikle şaşırtıcı bir dikkat ve zekayla hareket eder.
Ama gerçekte bir hayvanın eylemlerini yöneten şey düşünceler değil, çoğu durumda duygusal hafıza ve motor temsillerdir. Daha önce duyguların fayda sağlamaya yönelik olduğu ve normal bir varlıkta duygulara olan itaatin de fayda sağlamaya yönelik olması gerektiği gösterilmişti. Bir hayvanda her temsil, hatırlanan her imge bir duygusal duyumsamayla ve duygusal hatırlamayla ilişkilidir; bir hayvanın doğasında duygusal olmayan soğuk düşünceler veya imgeler yoktur. Veya birkaç tane varsa, bunlar pasiftir ve herhangi bir eyleme geçirilemez.
Dolayısıyla zaman zaman çok karmaşık, fayda sağlamaya yönelik ve rasyonel görünümlü olabilmesine rağmen, hayvan davranışlarında kavramlar, mantık yürütme ve zihinsel sonuç çıkarımlar yoktur.
Hayvanlarda kavramların mevcut olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bunun kanıtı konuşamamalarıdır. Birbirinin dilini bilmeyen iki farklı milletten, iki farklı ırktan iki insanı alalım ve yan yana yaşatalım. Hemen birbirleriyle iletişim kurmanın yolunu bulacaklardır. Biri parmağıyla bir daire çizecek, diğeri de o dairenin yanına bir daire çizecektir. Bu, birbirlerini anlayabileceklerini tespit etmek için yeterlidir. İnsanlar arasında kalın bir taş duvar örülseydi, bu da onları engellemezdi. Biri duvara üç kez vurur, diğeri de yanıt olarak üç kez vururdu ve iletişim kurulurdu. Başka bir gezegenin sakinleriyle iletişim fikri de tamamen ışık sinyalleri sistemine dayalıdır. Eğer Dünya’da devasa bir ışıklı daire veya kare yapılırsa, bu Mars’tan veya civarından fark edilecektir ve benzer bir sinyalle yanıtlanacaktır.
Hayvanlarla yan yana yaşıyoruz ama onlarla bu tür bir iletişim kuramıyoruz. Anlaşılıyor ki hayvanlarla aramızdaki mesafe, birbirinden dil farkı, taş duvarlar veya büyük mesafelerle ayrılan insanlar arasındaki mesafeden daha fazladır.
Hayvanlarda kavramların bulunmayışıyla ilgili bir diğer kanıt, bağımsız bir şekilde bir kaldıracın önemini ve uygulamasını anlama yeteneğine sahip olmamasıdır. Bir hayvanın bir kaldıracı nasıl kullanacağını bilmemesinin, organlarının (pençeleri vs) bu tür bir eylem için uygun olmamasından kaynaklandığı şeklindeki argüman zayıftır çünkü bir hayvana nasıl kaldıraç kullanacağı öğretilebilmektedir. Dolayısıyla organların bununla ilgisi yoktur. Buradaki mesele, bir hayvanın kendi başına kaldıraç fikrini anlayamamasıdır. Kaldıracın icadı bir anda ilkel insanı hayvanlardan ayırmıştır ve bu icat kavramların ortaya çıkmasıyla kaçınılmaz olarak ilişkiliydi. Bir kaldıracın işlevini anlamanın zihinsel yönü doğru bir çıkarsamanın yapılabilmesinde yatar. Zihinsel olarak bir çıkarsama yapılmadan, bir kaldıracın eylemini anlamak imkansızdır. Kavramlar olmadan çıkarsama yapmak imkansızdır. Zihinsel olarak çıkarsama, fiziksel olarak kaldıraçla aynı şeydir.
Kaldıraç uygulaması tıpkı konuşma gibi insanı hayvandan önemli bir şekilde ayırır. Eğer bazı Marslı bilimciler Dünya’nın sakinlerinin konuşmalarını duymadan, subjektif dünyalarına girmeden ve Dünya’yla herhangi bir temas kurmadan, teleskopla Dünya’ya bakıp onu objektif bir şekilde inceleyecek olsalardı, Dünya’da yaşayan varlıkları iki kategoriye ayırırlardı: kaldıracın eylemine aşina olanlar ve aşina olmayanlar.
Genel olarak, hayvanların psikolojisini anlamak bizim için zordur. Fillerden örümceklere kadar tüm hayvanlar üzerinde yapılan sayısız gözlemler ve hayvanların zekası, kavrayışı ve ahlaki özelikleri hakkındaki sayısız anekdotlar bu anlamda hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Hayvanları ya canlı otomatonlar ya da aptal insan varlıkları olarak temsil ederiz. Kendi zihinselliğimizin çerçevesi içine fazlasıyla kapanmış durumdayız. Başka herhangi bir mantalite hakkında hiçbir fikrimiz yoktur ve gayrıihtiyari olarak mümkün olan tek mantalite türünün bizimki olduğunu düşünürüz. Ama bu bir ilüzyondur ve bu ilüzyon hayatı anlamamızı engeller. Eğer bir hayvanın iç dünyasına girebilseydik ve o hayvanın nasıl algıladığını, anladığını ve davrandığını anlayabilseydik, son derece ilginç pek çok şey görürdük.
Örneğin eğer hayvanın mantığını formüle edebilseydik ve zihinsel olarak yeniden yaratabilseydik, bu kendi mantığımızı ve düşünüş yasalarımızı anlamamıza çok yardımcı olurdu. Hepsinden öte, sahip olduğumuz dünya fikrinin koşullu ve göreli karakterini anlardık.
Hayvanın çok kendine özgü bir mantığı olmalı. Elbette bu kelimenin gerçek manasıyla bir mantık değildir, çünkü mantık logos’un, yani kelimenin veya kavramın varlığını gerektirir. Bizim temel edindiğimiz ve o olmasa ‘ayakkabıcının ayakkabı yapamayacağı’ olağan mantık, Aristo’ya ait olan ve öğrencilerinin Organon yani ‘Araç’ (düşüncenin aracı) genel başlığı altında yayınladıkları yazılarda ifade edilen basit formül dizisine indirgenebilir.
A A’dır.
A A-olmayan değildir.
Herşey ya A’dır ya da A-olmayandır.
Bu formül dizisindeki mantık (Aristo mantığı) gözlem için son derece yeterlidir. Ama deney için yetersizdir çünkü deney zamanda meydana gelir. Aristo’nun formülü ise zaman içermez. Bu durum deneysel bilgimizin oluşumunun şafağında gözlenmiştir; Roger Bacon tarafından belirtilmiş ve birkaç yüzyıl sonra ünlü adaşı Francis Bacon tarafından Novum Organum ‘Yeni Araç’ (zihnin yeni aracı) adlı eserinde ifade edilmiştir. Bacon’ın formülü kısaca şuna indirgenebilir:
Geçmişteki A gelecekte de A olacaktır.
Geçmişteki A-olmayan gelecekte de A-olmayan olacaktır.
Geçmişte de gelecekte de herşey ya A’dır ya da A-olmayan’dır.
Tüm bilimsel deneyimimiz, zihnimiz tarafından dikkate alınsın veya alınmasın bu formüller üzerine inşa edilmiştir. Ve bu formüllüler aslında ayakkabı yapmanın temelini oluşturur çünkü eğer bir ayakkabıcı dün satın alınan derinin yarın da deri olacağından emin olamasaydı, muhtemelen ayakkabı yapım riskine girmez, daha güvenli bir iş arardı.
Hem Aristo’nun hem de Bacon’ın mantık formülleri gerçekler üzerine yapılan gözlemlerden türetilmiştir ve ancak bu gerçeklerin içeriğini kapsayabilir, başka hiçbir şeyi kapsayamaz. Bunlar düşüncenin yasaları değildir, algıladığımız şekliyle dış dünyanın yasalarıdır veya dış dünyayla olan ilişkimizin yasalarıdır.
Eğer bir hayvanın ‘mantığını’ formüle edebilseydik, o mantığın dış dünyayla ilişkisini anlardık. Bir hayvanın iç dünyasıyla ilgili başlıca yanılgımız ona kendi mantığımızı atfetmemizdir. Sadece tek bir mantık olduğunu ve bizim mantığımızın kesinlikle bizim dışımızda olan ve bizden ayrı birşey olduğunu düşünüyoruz. Ama aslında bu sadece iç dünyamızın dış dünyayla olan ilişkisinin yasası veya zihnimizin dış dünyada bulduğu yasadır. Farklı bir zihin farklı yasalar bulacaktır.
Bizim mantığımızla bir hayvanın mantığı arasındaki ilk fark, hayvanın mantığının genelleme özelliği içermemesidir. Her durumda her ayrı temsile özel nitelikteki bir mantıktır. Hayvanlar için ortak özelliklere göre, yani sınıflara, çeşitlere ve türlere göre sınıflandırma mevcut değildir. Her ayrı nesne kendi başına mevcuttur ve tüm özellikleri spesifik özelliklerdir.
Bir hayvan için bu ev ve şu ev tamamen farklı nesnelerdir çünkü bir tanesi onun evi, diğeri ise yabancı bir evdir. Biz genel olarak nesneleri benzerliklerine göre tanırız; bir hayvan ise farklılıklarına göre. Hayvan her nesneyi kendisi için en büyük duygusal öneme sahip işaretleriyle hatırlar. Temsiller hayvanın hafızasında bu formda, yani duygusal özellikleriyle muhafaza edilir. Bu tür temsilleri hafızada tutmanın çok daha zor olduğunu anlamak kolaydır; sonuç olarak bir hayvanın hafızası bizimkinden çok daha fazla yük altında kalır ama bilgi miktarı ve hafızada tutulan şeylerin sayısı bakımından bir hayvan bizden çok daha aşağıdadır.
Biz bir nesneyi gördükten sonra onu belirli bir sınıfa, çeşide ve türe atfederiz, ona şu veya bu kavramı iliştiririz ve onu zihnimizdeki şu veya bu “kelimeyle”, yani cebirsel bir işaretle, sonra bir diğeriyle ilişkilendirip tanımlarız vs.
Bir hayvanda kavramlar yoktur. Hayvan bizim düşünmemize yardımcı olan zihinsel cebre sahip değildir. Belirli bir nesneyi başlı başına bilmek ve onu tüm karakteristikleri ve özellikleriyle hatırlamak zorundadır. Ama bizim için söz konusu bir nesneyi ilişkilendirdiğimiz kavramda ana karakteristikler mevcuttur ve o nesneyi sahip olduğu karakteristik işaretlerin herhangi biri yoluyla hafızamızda bulabiliriz.
Bundan açıkça belli olmaktadır ki bir hayvanın hafızası bizimkinden çok daha yüklüdür ve bir hayvanın zihinsel evrimini engelleyen ana sebep de tam olarak budur. Zihni fazlasıyla meşguldür. İlerleyecek zamanı yoktur. Bir çocuğa ezbere kelime ve rakam dizilerini öğretme yoluyla çocuğun zihinsel gelişimini duraksatmak mümkündür. Bir hayvan da tam olarak aynı noktadadır. Ve bu, bir hayvanın gençken daha zeki olması şeklindeki garip gerçeği de açıklamaktadır.
Bir insan zihinsel gücünün zirvesine olgun bir yaşta, pek çok durumda ileri bir yaşta ulaşır. Hayvanda ise bu durum tam tersidir. Yalnızca gençken alıcıdır. Olgunlaştığında gelişimi bloke olur ve yaşlandığında da şüphesiz gerilemeye başlar.
Eğer bir hayvanın mantığını Aristo ve Bacon’ın formüllerine benzer formüller içinde ifade edecek olursak:
Hayvan A A’dır formülünü anlar.
‘Ben benim’ vs der.
Ama A A-olmayan değildir formülünü anlamaz, çünkü A-olmayan bir kavramdır.
Hayvan der ki: Bu budur. Şu şudur. Bu şu değildir.
Veya bu insan bu insandır. Şu insan şu insandır. Bu insan şu insan değildir.
Hayvanların mantığına daha sonra döneceğim. Şu an için yalnızca hayvanların psikolojisinin bizimkinden çok ayrı ve kökten farklı olduğu gerçeğini tespit etmek gereklidir. Hayvan psikolojisi sadece farklı değil, aynı zamanda çok çeşitlidir.
Bildiğimiz hayvanlar arasındaki, hatta evcil hayvanlar arasındaki psikolojik farklılıklar o kadar çoktur ki, bu farklar onları tamamen farklı seviyelere koyar. Biz bunu fark etmeyiz ve hepsini ‘hayvanlar’ başlığı altına koyarız.
Bir kaz ayağını bir karpuz kabuğu üzerine basar, sonra gagasıyla onu çekmeye başlar ama çekemez ve kabuğu alabilmek için ayağını onun üzerinden kaldırmak aklına gelmez. Yani kazın zihinsel süreçleri o kadar belirsizdir ki kendi bedeniyle ilgili bilgisi son derece eksiktir ve bedenini diğer nesnelerden düzgün bir şekilde ayırt edemez. Aynı şey köpekte veya kedide olmaz. Onlar vücutlarını mükemmel şekilde bilirler. Ama dış objelerle ilişkilerinde bir köpek ve bir kedi çok farklıdır.
Bir keresinde bir köpeği gözlemledim; ‘çok zeki’ bir av köpeği. Üzerinde uyuduğu küçük halı katlanıp üzerinde uzanması huzursuzluk verici hale geldiğinde köpek rahatsızlığın kendisinin dışında olduğunu, halıda olduğunu, hatta daha spesifik bir şekilde halının pozisyonunda olduğunu anlıyordu. Dişleriyle halıyı ısırıyor, büküyor, oraya buraya çekiyordu ve bu arada biri yardımına gelene kadar hırlıyor, inliyor ve sızlanıyordu. Ama halıyı kendi başına düzeltmeyi asla beceremiyordu.
Kedilerde böyle bir sorun asla meydana bile gelemez. Bir kedi vücudunu mükemmel bir şekilde bilir ama kendisi dışındaki herşeyi olduğu gibi kabul eder. Dış dünyayı düzeltmek, onu kendi konforuna uygun hale getirmek kedinin aklına asla gelmez. Belki de bunun nedeni kedilerin daha başka bir dünyada, hayaller, fantaziler dünyasında yaşamasıdır. Dolayısıyla eğer yatağında bir sorun varsa, kedi rahat bir şekilde yerleşene kadar yüz defa dönüp kendini büker ya da gidip başka bir yere uzanır.
Elbette bir maymun halıyı son derece kolay bir şekilde düzeltebilir.
İşte birbirinden son derece farklı dört varlık. Bulunabilecek yüzlerce örnekten sadece biridir bu. Ama bize göre hepsi sadece hayvandır. Birbirinden tamamen farklı olan pek çok şeyi birbirine karıştırıyoruz; bölümlemelerimiz genellikle yanlış ve bu bizim kendimizi incelememizi engelliyor.
Üstelik belirtilen farklılıkların ‘evrimsel evreleri’ belirlediğini, falanca bir tür hayvanın bir diğerinden üst veya alt bir evrede olduğunu iddia etmek son derece yanlış olur. Köpek ve maymun mantık yürütme, taklit etme yetenekleri ve (köpek) sahibine olan sadakatiyle kediden daha yüksek görünmektedir ama kedi sezgisi, estetik duyusu, bağımsızlığı ve irade gücüyle onlardan sonsuz ölçüde daha üstündür. Köpek ve maymun kendilerini bir bütün olarak yansıtırlar. Onlarda her mevcut olan görülebilirdir. Kedinin ise sihirli ve gizemli bir hayvan olarak görülmesi sebepsiz değildir. Kedide gizli olan, kendisinin bile bilmediği pek çok şey vardır. Eğer evrimsel açıdan konuşacak olursak, bu hayvanların çok farklı evrim seviyelerinde bulunan hayvanlar olduğunu ve insanların da muhtemelen bir değil birden fazla olan farklı farklı evrim seviyeleri içinde olduğunu söylemek çok daha doğru olur.
Tamamen farklı özellikler ortaya koyan çeşitli bağımsız ve (belirli bir bakış açısıyla) eşit evrimlerin kabul edilmesi, bizi insanı kavrama çabasında içinde bulunduğumuz sonsuz çelişkiler labirentinden çıkaracak, bizim için tek gerçek ve önemli evrimi anlamaya sevk edecektir; süper insan olmaya giden evrim.
İnsan mantalitesi ile hayvanların mantalitesi arasında mevcut olan büyük farkı ortaya koyduk. Bu fark kaçınılmaz olarak hayvanın dış dünya algısı üzerinde derin bir etki yapacaktır. Ama nasıl ve neyde? Bu bizim bilmediğimiz ve tespit etmeye çalışmamız gereken şeydir.
Bunu yapabilmek için bir kez daha kendi dünya algımıza dönmemiz ve dış dünyayı nasıl algıladığımızı ayrıntılı bir şekilde incelememiz gerekir; sonra da sınırlı zihinsel ekipmanıyla hayvanın dünyayı nasıl algılıyor olması gerektiğini anlamalıyız.
Öncelikle dünyanın dışsal yönü ve formuyla ilgili olarak algımızın son derece hatalı olduğu gerçeğini dikkate almalıyız. Bize göre dünya kübik (üç boyutlu) cisimlerden oluşur ama biz her zaman yalnızca yüzeyleri görür ve dokunuruz. Asla içeriği görüp dokunmayız. Kübik cisim zaten bir kavramdır ve mantık yürütme ve deneyim yoluyla bir araya getirilmiş çok sayıda temsilden oluşur. Doğrudan duyumsama açısından yalnızca yüzeyler mevcuttur. Zihinsel olarak bir ‘kübik cisimle’ ilişkilendirdiğimiz ağırlık, kütle, hacim duyumsamaları aslında yüzey duyumsamaları yoluyla oluşturulur. Bu yüzey duyumsamalarının kübik bir cisimden geldiğini biliriz ama kübik cismin kendisini asla duyumsamayız. Yüzeylerin, ağırlığın, kütlenin, yoğunluğun, direncin vs birleşik duyumsanmasına ‘bir kübik cismin duyumsanması’ demek mümkün olabilir. Ama zihinsel olarak bu duyumsamaların tümünü birleştirmek ve bu genel duyumsamaya ‘kübik cisim’ demek zorundayızdır. Doğrudan bir şekilde sadece yüzeyleri duyumsarız ve sonra da bundan ayrı olarak ağırlığı; asla bir kübik cismin direncini duyumsamayız bu şekilde.
Ama dünyanın yüzeylerden oluşmadığını, dünyayı yanlış bir şekilde gördüğümüzü biliriz. Dünyayı ne felsefi anlamda, ne de en olağan geometrik anlamda asla gerçekte olduğu gibi görmediğimizi biliriz. Asla bir küp veya küre vs görmemişizdir; sadece yüzeyleri görmüşüzdür. Yüzeyi fark ettikten sonra gördüğümüzü zihinsel olarak düzeltiriz. Yüzeylerin arkasındaki kübik cismi düşünürüz. Ama bir kübik cismi asla doğrudan algılamayız; asla bir kübü veya küreyi tüm yanlarından eşzamanlı olarak doğrudan algılamayız.
Dünyanın sadece yüzey bir yüzey olarak mevcut olmadığı açıktır ama onu başka türlü göremeyiz. Herşeyi sadece perspektif olarak görür, yani dünyayı algılarken onu gözümüzle çarpıtırız. Ve onu çarpıttığımızı biliriz. Gördüğümüz gibi olmadığını biliriz ve zihinsel olarak, gözlerimizin gördüğünü sürekli düzeltir, gözümüzün bize gösterdiği sembollerin yerine gerçek içeriği koyarız.
Görme yeteneği karmaşık bir yetenektir. Görsel duyumsamalardan ve dokunma duyumsaması anılarından oluşur. Çocuk gördüğü herşeye dokunmaya çalışır; bakıcısının burnuna, aya, duvardaki hareket eden güneş yansımasına. Tamamen görme yoluyla yakın ile uzağı birbirinden ayırt etmeyi ancak aşamalı olarak öğrenir. Ama yetişkin yıllarımızda bile optik ilüzyonlara kolayca maruz kaldığımızı biliriz. Uzaktaki nesneleri düz, hatta daha yanlış bir şekilde görürüz, çünkü kabartı sonuçta nesnelerin belirli bir özelliğine işaret eden bir simgedir. Çok uzaktaki bir insan bizim için sadece bir silüet olarak görünür. Çünkü uzak mesafedeki birşeye kesinlikle dokunamayız ve gözlerimiz yakın mesafede parmak uçlarıyla hissedilen yüzey farklılıklarını ayırt edecek şekilde eğitilmemiştir.
Bu bağlamda, görmeye başlayan körler üzerinde yapılan gözlemler çok ilginçtir. Slepetz (‘Körler’) dergisinde (1912) doğrudan gözleme dayalı olarak, doğuştan kör olan insanların bir ameliyatla birlikte tekrar görmeye başlayışlarıyla ilgili bir tasvir vardır. On yedi yaşındaki bir genç, bir kataraktın alınması ve böylece tekrar görmeye başlaması sonrasındaki deneyimlerini tanımlamaktadır. Ameliyattan sonraki üçüncü gün ne gördüğü sorulmuştur. İçinde belirsiz nesnelerin hareket ettiği geniş bir aydınlık gördüğü cevabını vermiştir. Bu nesneleri ayırt edememiştir. Ancak dört gün sonra bunları ayırt etmiş ve ancak iki hafta sonra gözleri ışığa alıştığında gözlerini nesneleri ayırt etmede pratik bir şekilde kullanabilecek hale gelmiştir. Renk spektrumundaki tüm renkler gösterildiğinde, sarı ve yeşil hariç olmak üzere renkleri ayırt etmede hızla ustalaşmıştır. Uzunca bir süre bu iki rengi karıştırmıştır. Önüne konan bir küp, küre ve piramit ona bir kare, düz bir disk ve üçgen olarak görünmüştür. Kürenin yanına düz bir disk konduğunda aralarında herhangi bir fark görememiştir. İki şekille ilgili ilk izlenimini paylaşması istendiğinde, küp ile küre arasındaki farkı hemen fark ettiğini ve bunların çizim olmadığını anladığını ama parmak uçlarında sanki bir kareye veya daireye dokunmuş gibi bir duyumsama hissedene kadar bunlardan bir kare ve daire temsili türetemediği yanıtını vermiştir. Kübe, küreye ve piramide dokunmasına izin verildiğinde, dokunma yoluyla bu katıları hemen tanımlamıştır ve bunları gözleriyle görür görmez tanıyamadığına çok şaşırmıştır. Bu gençte henüz mekan temsili, perspektif temsili yoktu. Tüm nesneler ona düz görünüyordu. Burnun ileri doğru çıkıntı yaptığını ve gözlerin boşluklar içine batık durumda olduğunu bilmesine rağmen, insan yüzü de onun gözlerine düz görünüyordu. Tekrar görmeye başlamasına çok sevinmiştir fakat başlangıçta şeylere bakmak onu yormuş, izlenimler onu yormuş, bunaltmıştır. Bu yüzden de, mükemmel bir görme yeteneğinden keyif almasına rağmen, zaman zaman rahatlamak için dokunma duyusuyla tanımlamaya dönmüştür.
Dış dünyanın küçük bir parçasını bile asla olduğu gibi, yani gerçekte olduğunu bildiğimiz gibi göremiyoruz. Örneğin asla bir masayı veya dolabı tüm yönlerden ve ayrıca içini eşzamanlı olarak göremiyoruz. Etrafa bakarken nesnelerin bize göre konumunu belirleyebilmemiz için gözümüz dış dünyayı belirli bir şekilde çarpıtmaktadır. Dünyaya kendi bakış açımız dışından bakmak bizim için imkansızdır. Ve asla onun doğru, yani gözümüz tarafından çarpıtılmamış bir görüntüsünü göremiyoruz.
Kabartı ve perspektif; bunlar gözümüzün nesnelerle ilgili çarpıtmalarıdır. Bunlar optik birer ilüzyon, görsel birer yanılgıdır. Perspektifteki bir küp aslında üç boyutlu bir küpün geleneksel simgesidir. Gördüğümüz herşey, geometrinin konusu olan geleneksel gerçek üç boyutlu dünyanın geleneksel bir imgesidir yalnızca, gerçek dünyanın kendisi değil. Gördüğümüze dayalı olarak, baktığımız şeyin aslında ne olduğunu tahmin etmemiz gerekir. Gördüğümüzün doğru olmadığını biliriz ve dünyayı gördüğümüzden farklı olarak düşünürüz. Eğer gördüğümüzün doğruluğu konusunda hiçbir şüphemiz olmasaydı, eğer dünyanın gördüğümüz gibi olduğunu düşünseydik, mantıken onu gördüğümüz gibi düşünürdük. Uygulamada ise gördüğümüz üzerinde sürekli düzeltmeler yaparız.
Gördüğümüz şey üzerinde düzeltmeler yapma yeteneği kavramlara sahip olunduğunu gösterir çünkü düzeltmeler mantık yürütme yoluyla yapılır ve kavramlar olmadan mantık yürütme imkansızdır. Gözün gördüğünü düzeltme yeteneğimiz olmasaydı dünyayı oldukça farklı görürdük, yani gerçekten mevcut olan şeylerin pek çoğunu yanlış görürdük, gerçekten mevcut olan şeylerin pek çoğunu hiç görmezdik ve gerçekte mevcut olmayan pek çok şey görürdük.
Öncelikle, aslında mevcut olmayan çok sayıda hareket görürdük. Doğrudan duyumsamada, kendi hareketlerimizin her biri etrafımızdaki herşeyi de hareketlendirir. Bu hareketin ilüzyon olduğunu biliriz ama onu gerçek gibi görürüz. Nesneler önümüzde dönmekte, yanımızdan geçmekte ve birbirlerini kovalamaktadır. Arabayla yanından yavaşça geçtiğimiz evler yavaşça dönmektedir ve eğer hızlı sürüyorsak onlar da hızlı dönerler; birden önümüze ağaçlar çıkar, kaçar ve kaybolurlar.
Nesnelerin bu görünüşteki hareketi, ve hayaller, masal fantazilerinin ana malzemesini oluşturmuştur ve oluşturmaya devam etmektedir.
Bu bakış açısıyla nesnelerin ‘hareketleri’ çok karmaşık olabilir. Tren vagonunun penceresinden gördüğünüz bir mısır tarlasının garip davranışına bakın. Hızla pencerenizin önüne gelir, durur, yavaşça döner ve bir tarafa doğru gider. Ormandaki ağaçlar bariz şekilde farklı hızlarda hareket etmekte ve birbirlerini geçmektedirler. Hayali hareketlerle dolu koskoca bir manzara! Tüm dillerde “doğup batmaya” devam eden ve bir zamanlar hareket ettiği tutkuyla savunulan güneşe ne demeli!
Hepimize görünen şey budur gerçekten de. Ve tüm bu hareketlerin yanılsama olduğunu bilmemize rağmen, bunları yine de görürüz ve bazen de yanılırız.
Bu hareketleri meydana getiren nedenleri zihinsel olarak açıklayamasaydık ve herşey tıpatıp gördüğümüz gibi mevcut saysaydık ne kadar çok ilüzyon daha görürdük?
Görüyorum, o halde var.
Bu varsayım tüm ilüzyonların ana kaynağıdır.
Doğru söylenişi şudur:
Görüyorum, o halde yok. Veya en azından: Görüyorum, o halde gördüğüm gibi değil.
Biz ikincisini söyleyebiliriz ama hayvanlar söyleyemez. Onlar için gördükleri herşey vardır. Gördüklerine inanmak zorundadırlar.
Dünya hayvanlara nasıl görünür?
Hayvanlar için dünya karmaşık bir hareket eden yüzeyler dizisidir. Hayvanlar iki-boyutlu bir dünyada yaşar; onların evreni bir yüzeyin görünüşüne ve özelliklerine sahiptir. Bu yüzeyde çok çeşitli ve fantastik nitelikte çok sayıda hareket meydana gelir.
Dünya hayvanlara neden bir yüzey gibi görünür?
Öncelikle, bize bir yüzey gibi göründüğü için.
Biz dünyanın bir yüzey olmadığını biliriz ama hayvanlar bunu bilemezler. Onlar herşeyi göründüğü gibi kabul ederler. Gözün gördüğünü düzeltemezler veya bizimle aynı derecede düzeltemezler.
Biz üç yönde ölçüm yapabiliriz; zihnimizin özelliği bunu yapabilmemizi sağlar. Hayvanlar sadece iki yönde eşzamanlı ölçüm yapabilirler; asla aynı anda üç yönde ölçemezler. Bunun nedeni, kavramlara sahip olmadıkları için, ikinci ve üçüncüyü ölçme sırasında ilk yönün ölçümlerini akılda tutamamalarıdır.
Bunu daha net bir şekilde açıklayacağım.
Kendimizi bir kübü ölçüyor olarak düşünelim. Kübü üç yönlü olarak ölçerken, bir yönde ölçüm yaptığımız sırada, diğer ikisini akılda tutmamız, hatırlamamız gerekir. Ama şeyler akılda ancak kavramlar olarak saklanabilir; yani onları ancak çeşitli kavramlarla ilişkilendirerek, o veya bu şekilde etiketleyerek hatırlayabiliriz.
Böylece ilk iki yönü uzunluk ve genişlik diye etiketledikten sonra yüksekliği ölçmek mümkündür. Bu başka türlü yapılamaz. Bir kübün ilk iki ölçümü birer temsil olarak mutlak bir şekilde özdeştir ve zihnimizde birleşmek zorundadır. Bir hayvanda kavram yoktur, dolayısıyla bir kübün uzunluk ve genişlik şeklindeki ilk iki ölçümünü etiketleyemez. Dolayısıyla kübün yüksekliğini ölçmeye başladığı anda ilk iki ölçüm birleşecektir. Bir kübü ölçen ve kavramlara değil temsillere sahip olan hayvan, bir keresinde gözlemlediğim bir kedinin durumuna benzer. Bu kedi yavrularını (beş veya altı yavru vardı) farklı odalara sürüklüyordu ve bir türlü bir araya getiremiyordu. Birini tutuyor, bir diğerinin yanına koyuyordu. Sonra üçüncüyü aramaya başlıyor, onu getirip diğer ikisinin yanına koyuyordu. Sonra hemen ilkini tutup onu başka bir odaya taşıyordu ve onu orada dördüncünün yanına koyuyordu. Sonra yine ilk odaya gidiyor, ikinciyi tutuyor ve onu bir başka yerdeki beşincinin yanına sürüklüyordu vs. Kedi bir saat boyunca yavrularıyla çok uğraştı ama hiçbir şey yapamadı. Toplam kaç tane yavrusu olduğunu hatırlamasına yardımcı olacak kavramları olmadığı açıktı.
Bir hayvanın kübik cisimlerin ölçümüyle ilişkisini açıklamak son derece önemlidir.
Buradaki mesele hayvanların sadece yüzeyler görmesidir. (Bunu kesin bir eminlikle söyleyebiliriz çünkü biz kendimiz de yüzeyden başka hiçbir şey görmüyoruz.) Sadece yüzeyleri gören hayvanlar ancak iki boyutu algılayabilmektedirler. İlk iki boyutun yanında üçüncü boyut ancak düşünce olabilir; yani bu boyutun bir kavram olması gerekir. Ama hayvanların kavramları yoktur; üçüncü boyut da bir temsil olarak görünür. Sonuç olarak, üçüncü boyut görünür görünmez ilk iki temsil kaçınılmaz olarak birleşir. Hayvanlar iki boyut arasındaki farkı görürler ama üç tanesi arasındaki farkı göremezler. Bu fark ancak bilinme yoluyla algılanabilir. Ve onu bilmek için de kavramlar gereklidir.
Hayvanlar için özdeş temsiller birleşmek zorundadır, tıpkı bizim için iki eşzamanlı ve özdeş fenomenin birleşmesi gerektiği gibi. Meydana gelen tüm özdeş ve eşzamanlı fenomenler bizim için nasıl tek fenomense, hayvanlar için de tek fenomendir.
Dolayısıyla hayvanlar dünyayı bir yüzey olarak görürler ve bu yüzeyi ancak iki yönde ölçeceklerdir.
O zaman, iki boyutlu bir dünyada yaşayan veya kendilerini iki boyutlu bir dünyada gören hayvanların bizim üç boyutlu dünyamıza mükemmel bir şekilde iyi uyum sağlamaları gerçeğini nasıl açıklayabiliriz? Bir kuşun yukarı ve aşağı, dümdüz ileri ve yanlara, her üç yönde uçmasını, bir atın engellerden ve çukurlardan atlamasını, bir köpeğin ve kedinin uzunluk ve genişlikle birlikte derinlik ve yükseklik özelliklerini de anlıyor gibi görünmesini nasıl açıklayabiliriz?
Bunu açıklayabilmek için bir kez daha hayvan psikolojisinin temel ilkelerine dönmemiz gerekiyor. Daha önce nesnelerin pek çok özelliğinin, ki biz bunları türlerin ve çeşitlerin ortak özellikleri olarak hatırlarız, hayvanlar tarafından nesnelerin bağımsız özellikleri olarak hatırlanmak zorunda olduğu belirtilmişti. Hayvanlar hafızada saklanan bu devasa bireysel özellikler deposunu düzenlerken, her bir temsille ilişkilendirdikleri duygusal nitelik ve her bir duyumsama anısı onlara yardımcı olur.
Bir hayvan örneğin iki yolu birbiriyle hiçbir ortak özelliği bulunmayan tamamen ayrı iki fenomen olarak bilir; fenomenlerden, yani yollardan biri, belli duygusal özelliklerle ilişkilenmiş belli bir temsiller dizisinden oluşur; diğer fenomen, yani diğer yol, başka niteliklerle ilişkilenmiş bir diğer belli temsiller dizisinden oluşur. Biz her ikisinin yol olduğunu, birinin bir yere, diğerinin de diğer bir yere çıktığını söyleriz. Hayvan için iki yolun hiçbir ortak özelliği yoktur. Ama hayvan ilk yolla ve ikinci yolla ilişkili tüm duygusal nitelik dizisini hatırlar ve böylece her iki yoldaki dönüşleri, çukurları, çitleri vs hatırlar.
Dolayısıyla, gördükleri nesnelerin belli özelliklerinin anısı, hayvanların fenomenler dünyasına uyum sağlamalarına yardımcı olur. Ama kural olarak, hayvanlar yeni fenomenlerle karşılaştıklarında insandan çok daha aciz durumdadır.
Hayvanlar iki boyut görür. Üçüncü boyutu sürekli olarak duyumsarlar ama görmezler. Onu tıpkı bizim zamanı duyumsadığımız gibi duyumsarlar.
Hayvanların gördüğü yüzeyler, hayvanlar için pek çok garip özelliğe sahiptir; bu garip özellikler öncelikle çok sayıdaki ve çeşitteki hareketlerdir.
Optik yanılgı nitelikli hareketlerin tümünün onlar için tamamen gerçek olduğu söylenmişti. Bu hareketler bize de gerçek görünür ama biz bunların yanılsama olduğunu biliriz; tıpkı arabayla yanından geçerken bir evin dönmesi, köşeden bir ağacın fırlaması, ayın bulutlar arasındaki hareketinin yanılsama olduğunu vs bilmemiz gibi.
Ayrıca hayvanlar için pek çok başka hareket daha vardır. Bizim için tamamen hareketsiz olan pek çok nesne (hatta tüm nesneler) hayvanlara hareket ediyor gibi görünüyor olmalıdır. Kübik cisimlerin üçüncü boyutunun hayvanlara görünüş biçimi de bu hareketlerdir; yani kübik cisimlerin üçüncü boyutu onlara hareket olarak görünür.
Bir hayvanın dış dünya nesnelerini nasıl algıladığını düşünmeye çalışalım.
Bir hayvanın önüne büyük bir disk konduğunu ve onun yanına da aynı çapta büyük bir küre konduğunu düşünelim.
Bunlara belirli bir mesafede olan hayvan iki daire görecektir. Eğer hayvan bunların etrafında yürümeye başlarsa, kürenin hala daire olduğunu ama diskin giderek daraldığını ve bir şerit haline geldiğini fark edecektir. Hayvan bu şeridin etrafında dönmeye devam ederken şerit bu sefer genişlemeye başlayacak ve tekrar daire olacaktır. Küre ise hayvanın etrafında dönmesi sırasında şekil değiştirmeyecek ama hayvan ona yaklaştıkça garip bir fenomen meydana gelmeye başlayacaktır.
Disk yüzeyinden farklı olarak bir kürenin yüzeyini hayvanın nasıl algılayacağını anlamaya çalışalım.
Bir şey kesindir; küresel bir yüzeyi bizden farklı bir şekilde algılayacaktır. Biz dışbükeyliği veya küreselliği pek çok yüzey için ortak bir özellik olarak algılarız. Hayvan, zihinsel aracının niteliği nedeniyle küreselliği belirli bir kürenin bağımsız özelliği olarak algılayacaktır. Belirli bir kürenin bağımsız bir özelliği olarak görüldüğünde, küresellik nasıl görünür?
Kesin bir eminlikle söyleyebiliriz ki, küresellik hayvana gördüğü yüzeyin bir hareketi olarak görünecektir.
Hayvan küreye yaklaştığında olan şey muhtemelen şöyle birşeydir: hayvanın gördüğü yüzey hızlı bir hareket yapar; merkezi ileri doğru çıkıntı yapar, diğer tüm noktaları ise merkezden uzaklıklarıyla (veya merkezden uzaklıklarının karesiyle) orantılı bir hızla merkezden geri doğru gitmeye başlayacaktır.
Bir hayvan küresel bir yüzeyi böyle görüyor olmalıdır. Bu bizim sesi duyumsayış şeklimize benzer. Küreye belirli bir mesafedeki hayvan onu bir düzlem olarak görür. Ona yaklaşıp bir noktasına dokunduğunda, diğer tüm noktaların o noktayla ilişkisinin, bir düzlemde olması gerekene göre farklılaştığını görür; sanki diğer tüm noktalar hareket etmiş, kenara doğru çekilmiştir. Hayvan bir başka noktaya dokunduğunda, yine diğer tüm noktaların o noktadan uzaklaştığını görür.
Kürenin bu özelliği o kürenin hareketi, ‘titreşimi’ olarak görünecektir. Ve gerçekten de küre titreşen, dalgalanan bir yüzeye benzeyecektir. Aynı şekilde, hareketsiz bir nesnenin herhangi bir açısı hayvana hareket olarak görünecektir.
Hayvanın üç boyutlu bir nesnenin bir açısını görmesi için onun yanından geçmesi gerekir ve o durumda nesne dönmüş gibi görünecektir. Yeni bir yön görünmüş, eski yön geri çekilmiş veya kenara hareket etmiştir. Açı, nesnenin bir dönüşü, bir hareketi olarak, yani geçici, zamansal birşey olarak, yani nesnenin durumundaki bir değişim olarak algılanacaktır. Daha önce karşılaştığı (ve nesnelerin hareketi olarak gördüğü) açıları hatırlayan hayvan, onları gitmiş, bitmiş, yok olmuş, geçmişe ait şeyler olarak kabul edecektir.
Elbette hayvan bu şekilde mantık yürütemez ama sanki böyle bir mantık yürütmüş gibi davranacaktır.
Eğer hayvan henüz hayatına girmemiş fenomenleri (yani açıları ve eğimli yüzeyleri) düşünebilseydi, şüphesiz bunları kendine ancak zamanda temsil edebilirdi. Yani hayvan bunlar henüz görünmeden önce, şimdiki anda bunlara herhangi gerçek bir varlık atfedemezdi. Eğer bunlar hakkında bir fikir ifade edebilseydi, bu açıların potansiyel olarak mevcut olduğunu, bunların var olacaklarını ama şu anda var olmadıklarını söylerdi.
Bir at için, her gün yanından geçtiği bir evin köşesi, belirli koşullarda tekrarlanan ama hala sadece zamanda meydana gelen bir fenomendir; evin mekansal ve sabit bir özelliği değildir.
Hayvan için bir açı, bizim için olduğu gibi mekansal bir fenomen değil, zamansal bir fenomen olmalıdır.
Dolayısıyla hayvan bizim üçüncü yoğunluğumuzun niteliklerini hareketler olarak algılayacak ve bu nitelikleri zamana, geçmiş veya geleceğe, veya şimdiye, yani geleceğin geçmişe doğru geçiş anına atfedecektir.
Bu son derece önemli bir husustur ve dünya algımızın tanımının anahtarını içermektedir; dolayısıyla bunu daha ayrıntılı bir şekilde incelememiz gerekir.
Şimdiye kadar yüksek seviyeli hayvanları ele aldık: köpek, kedi, at. Daha düşük seviyede bir hayvanı ele alalım; örneğin salyangoz. Onun iç yaşamı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, ama algısının bizimkinden çok farklı olduğundan emin olabiliriz. Muhtemelen bir salyangozun çevresiyle ilgili duyumsamaları çok belirsizdir. Muhtemelen sıcağı, soğuğu, aydınlığı, karanlığı, açlığı hisseder ve içgüdüsel olarak (yani zevk-acının rehberliğine dayalı olarak) üzerinde durduğu yaprağın yenmemiş ucuna doğru sürünür ve ölü yapraktan uzaklaşır. Hareketlerini yöneten şey zevk ve acıdır; her zaman birine doğru ilerler ve diğerinden uzaklaşır. Her zaman tek bir çizgi üzerinde hareket eder; nahoş olandan hoşa doğru. Ve muhtemelen de bu çizgi dışında hiçbir şey bilmemekte ve algılamamaktadır. Bu çizgi onun dünyasının tamamını teşkil etmektedir. Dışarıdan gelen tüm etkiler salyangoz tarafından o hareket hattı üzerinde algılanır. Ve bu etkiler ona zamandan gelir; potansiyelken gerçeklik haline gelirler. Salyangoz için evrenimizin tümü gelecekte ve geçmişte, yani zamandadır. Şu anda sadece tek bir çizgi vardır ve geri kalan herşey zamandadır. Bir salyangozun kendi hareketlerinin farkında olmaması çok muhtemeldir. Tüm bedeniyle çaba harcayarak yaprağın taze kenarına doğru hareket eder ama ona göre yaprak ona doğru ilerlemekte, o anda var olmakta, zamanın içinden gelip var olmaktadır. Tıpkı bizim için sabah olması gibi.
Salyangoz tek boyutlu bir varlıktır.
Yüksek seviyeli hayvanlar (köpek, kedi, at) iki boyutlu varlıklardır. Onlar için mekan bir yüzey, bir düzlem olarak görünür. Bu düzlem dışındaki herşey onlar için zamandadır.
Dolayısıyla yüksek seviyeli bir hayvanın (tek boyutlu değil de iki boyutlu bir hayvanın) zamandan bir boyut daha türettiğini görürüz.
Salyangozun dünyası bir boyutludur. Bizim ikinci ve üçüncü boyutlarımız onun için zamanda bulunur.
Bir köpeğin dünyasında iki boyut vardır. Bizim üçüncü boyutumuz onun için zamandadır.
Bir hayvan gözlemlediği tüm ‘fenomenleri’, yani temasa girdiği üç boyutlu cisimlerin tüm özelliklerini hatırlayabilir ama ona göre tekrarlanan bir fenomen olan şeyin aslında üç boyutlu bir cismin sürekli bir özelliği (bir açı, kavis veya dışbükeylik) olduğunu bilemez.
İki boyutlu bir varlığın dünya algısının psikolojisi budur.
Onun için her gün yeni bir güneş doğar. Dünün güneşi gitmiştir ve bir daha asla olmayacaktır. Yarının güneşi ise henüz mevcut değildir.
Rostand Chantecler’in psikolojisini anlayamamıştır. Horoz ötüşüyle güneşi uyandırdığını düşünemez. Onun için güneş uyumaz; geçmişe gider, kaybolur, yok olur. Eğer yarın güneş gelirse, o yeni bir güneştir; tıpkı bizim için her yıl yeni bir ilkbahar olması gibi. Güneş uyanmaz, var olur. Hayvan (karakteristik psikolojisini kaybetmeden düşünebilse) dün orada olan güneşin bugün tekrar ortaya çıkmasına inanamaz. Bu insan düşünüşüdür.
Bir hayvan için her gün yeni bir güneş çıkar ortaya; tıpkı bizim için her gün yeni bir sabahın, her yıl yeni bir ilkbaharın gelmesi gibi.
Hayvan dün görünen ve yarın görünecek olan güneşin aynı ve tek olduğunu anlayamaz; tıpkı muhtemelen bizim sabahın veya ilkbaharın tek ve aynı olduğunu anlayamayışımız gibi.
Bize göre hareketsiz olan nesnelerdeki üçüncü boyutu hareket olarak gören hayvan, bize göre ilüzyon değil gerçek olan nesne hareketlerini, örneğin dönen bir tekerleğin veya giden bir arabanın vs hareketini çok farklı algılıyor olmalıdır. Bu hareket (bizim için de gerçek olan hareket) ona ayrıca canlı gibi görünecektir.
Ve bu iki hareket türü onun için kıyaslanmaz olacaktır. Hayvan bir açıyı veya dışbükey bir yüzeyi ölçebilir. Ama onun gerçek anlamını anlamayacak, onu bir hareket olarak algılayacaktır. Ama asla gerçek bir hareketi, yani bizim için gerçek olan hareketi ölçemez. Bunu yapabilmesi için bizim zaman kavramımıza sahip olması ve tüm hareketleri daha sabit bir harekete oranla ölçmesi, yani tüm hareketleri bir başka hareketle karşılaştırması gerekir. Hayvanın kavramları olmadığı için bunu yapamaz. Dolayısıyla nesnelerin bizim için gerçek olan hareketlerini ölçemez ve bu hareketleri onun için gerçek, bizim için ise ilüzyon olan, yani gerçekte cisimlerin üçüncü boyutunu teşkil eden diğer hareketlerle karşılaştıramaz.
Sonuncu durum kaçınılmazdır. Eğer bir hayvan hareket olmayan şeyi hareket olarak algılıyor ve ölçüyorsa, açıktır ki hareket olan ve olmayan şey diye bir ölçüm yapamaz.
Ama bu, bir hayvanın bizim dünyamızda meydana gelen hareketlerin karakterini bilemeyeceği ve bunlara uyum sağlayamayacağı anlamına gelmez. Aksine, bir hayvanın bizim üç boyutlu dünyamızın nesnelerinin hareketleri arasında mükemmel bir şekilde uyumlu yaşayabildiğini görüyoruz. Bu noktada içgüdü, yani yüzyıllarca yapılan seçimler yoluyla evrimleşen, amaç bilinci olmaksızın fayda sağlayıcı eylemlerde bulunma yeteneği hayvana yardımcı olur. Ve bir hayvan etrafında meydana gelen hareketleri birbirinden mükemmel bir şekilde ayırt edebilir.
Ama iki fenomen türünü (iki hareket türünü) birbirinden ayırt eden hayvan bunlardan birini nesnelerin içsel, açıklanamaz bir özelliği olarak açıklamak zorundadır, yani o tür bir hareketi muhtemelen nesnelerin canlılığının sonucu olarak görecek ve hareket eden nesneleri canlı olarak algılayacaktır.
Bir kedi yavrusu bir topla veya kendi kuyruğuyla oynar çünkü top veya kuyruk ondan kaçar.
Bir ayı bir ışık huzmesiyle savaşır ve ışık huzmesi sonunda onu ağaçtan düşürür çünkü hareket eden huzmeyi canlı ve düşmancıl birşey olarak algılar.
At bir çalıdan ürker çünkü çalı köşeden aniden çıkmış ve bir dalını sallamıştır.
Bu örnekte çalı hiç hareket etmemiş de olabilir. At koşmaktadır. Ama çalı hareket etmiş gibi görünmüştür ve dolayısıyla canlıdır. Muhtemelen bir hayvan için hareket eden herşey canlıdır. Bir köpek oradan geçen bir arabaya neden o kadar ateşli bir şekilde havlar? Bunu pek anlamayız. Oradan geçen bir arabanın bir köpeğin gözünde nasıl döndüğünü, kıvrıldığını, yüz ekşittiğini göremiyoruz. Capcanlıdır; tekerlekler, tavan, çamurluklar, koltuklar ve yolcular… hepsi hareket ediyor, dönüyor…
Şimdi çıkarımlarımızı özetleyelim.
İnsanın algıları, temsilleri ve kavramları, yüksek seviyeli hayvanların algıları ve temsilleri, alçak seviyeli hayvanların ise yalnızca algıları olduğunu tespit ettik. Bir hayvanın kavramları olmamasının temel nedeninin konuşamaması olduğu sonucuna vardık. Ayrıca hayvanların kavramlara sahip olmamaları nedeniyle üçüncü boyutu kavrayamadıklarını ve dünyayı yalnızca bir yüzey olarak gördüklerini ortaya koyduk. Diğer bir deyişle, dünyayla ilgili hatalı algılarını düzeltecek araçları yoktur. Sonra, hayvanların dünyayı bir yüzey olarak görmeleri nedeniyle bu yüzeyde bizim için mevcut olmayan pek çok hareket gördüklerini bulduk. Yani bizim cisimlerin üçüncü boyut özellikleri olarak gördüğümüz şey, hayvanlara hareket olarak görünüyor olmalıdır. Dolayısıyla bir açı ve küresel bir yüzey onlara düzlemin bir hareketi olarak görünüyor olmalıdır. Ayrıca hayvanlar bizim üçüncü boyut alanına ait sabit birşey olarak gördüğümüz herşeyi nesnelerde meydana gelen geçici olaylar, yani zamansal-fenomenler olarak görüyor olmalıdırlar.
Dolayısıyla dünyayla tüm ilişkileri açısından, hayvan, bir düzlem üzerinde yaşadığını varsaydığımız, gerçek olmayan iki-boyutlu varlığa tamamen benzemektedir. Bir hayvan için bizim dünyamız zamanla ilişkili (zamana göre, zaman içinde) fenomenlerin meydana geldiği bir düzlemdir.
Yani şunları tespit ettiğimizi söyleyebiliriz: dış dünyayı algılayan zihinsel araçta belirli bir sınırlama söz konusu olduğunda, bu araca sahip bir varlık için dünyanın tüm görünümü ve özellikleri değişecektir. Yanyana yaşayan ama farklı zihinsel araçlara sahip iki varlık ise iki farklı dünyada yaşıyor olmalıdır; dünyanın uzantılarının özellikleri onlar için çok farklı olmalıdır. Ayrıca dünyanın bir düzlem, hatta bir çizgi olarak göründüğü koşulları gördük. Bu koşullar yapay veya icat edilmiş değildir, doğada gerçekten mevcut olan koşullardır; hayvanların yaşamının zihinsel koşulları.
Diğer bir deyişle dünyanın üçüncü boyut uzantısının bizim açımızdan zihinsel aracımızın özelliklerine bağlı olduğunu, yani dünyanın üç boyutluluğunun onun kendi özelliği olmadığını, dünya algımızın bir özelliğinden ibaret olduğunu gördük.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, dünyanın üç boyutluluğu onun bizim bilincimizdeki yansımasının özelliğidir.
Bu durumda, mekanın mekan-algısına dayalı olduğunu kanıtlamış oluyoruz. Ve bizimkinden düşük seviyeli bir mekan-algısının varlığını kanıtladığımıza göre, bizimkinden yüksek seviyeli bir mekan-algısı olasılığını da kanıtlamış oluyoruz.
Ve kabul etmeliyiz ki, eğer içimizde tıpkı kavramın temsilden farklı olması gibi kavramdan farklı olan dördüncü bir düşünüş birimi oluşursa, o zaman bununla eşzamanlı bir şekilde, geometrik olarak dördüncü yön diyebileceğimiz dördüncü bir karakteristik ortaya çıkacaktır çevremizi saran dünyada. Buna dördüncü bir doğru da diyebiliriz, çünkü bu karakteristik, bildiğimiz tüm özelliklere dik/doğru olan (paralel olmayan) özellikler içerecektir. Yani kendimizi üç boyutlu değil dört boyutlu bir mekanda göreceğiz veya hissedeceğiz ve vücudumuz ve de etrafımızı saran nesneler, daha önce fark etmediğimiz veya tıpkı hayvanların nesnelerin üçüncü boyut uzantısını o nesnelerin hareketi gibi algılaması gibi nesnelerin bağımsız özellikleri (veya hareketleri) olarak algıladığımız dördüncü boyut genel özellikleri sergileyecektir.
Kendimizi dört boyutlu dünyada görünce veya hissedince, üç boyutlu dünyanın hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadığını, kendi fantazimizin ürünü, bir hayalet, bir hayal, optik bir yanılgı veya başka herhangi birşey olduğunu ama gerçek olmadığını anlayacağız.
Tüm bunlar bir ‘hipotez’, bir tahmin olmaktan çok ötedir; tıpkı sonsuzluğun varlığı kadar kesin bir gerçektir. Pozitivizm kendi varlığını sürdürmek adına bir şekilde sonsuzluğu ortadan kaldırmak veya en azından onu gerçek olabilecek veya olmayabilecek bir ‘hipotez’ diye tanımlamak zorunda kalmıştır. Fakat sonsuzluk bir hipotez değil bir gerçektir. Bu tür bir diğer gerçek de mekanın çok-boyutluluğu ve bunun ima ettiği herşeydir; yani üç boyutlu herşeyin gerçekdışılığı.
Başkasını bilmiyorum ama ben Kasyopyalılar dördüncü yoğunluk algısından bahsettikten sonra bu yukarıdaki bölümü okuyunca, bizim dünya algımızla dünyanın aslında ne olabileceği arasındaki uçurumun iyice farkına vardım. Ouspensky ve onun üst yoğunluk algıları hakkındaki görüşlerini bir kenara bırakıyoruz çünkü şimdi Dalga, giderek artan ifşalar, bunların neler ortaya koyduğu ve şu anda ne anladığımız konusuyla ilgili anlatıma dönmemiz gerekiyor.
“Sufilikle” ilgili sorumun “Değişken Çekim Dalgaları” konusunu gündeme getirmesinden bir hafta sonra yoğunluklarla ilgili bazı sorular sormaya karar verdim. Neden herşeyi kendi gerçekliğimizin dar çerçevesinde algılayabildiğimizi anlamaya çalışıyordum. Başka alemlerde bulunduğu düşünülen şeylerin bizden nasıl perdelendiğini bilmek istiyordum. Dördüncü yoğunlukla beşinci yoğunluk arasındaki farkı pek kavrayamıyordum çünkü pek çok ünlü veya iyi bilinen öğretiler fiziksel alemlerden bahsediyor ve sonra birden “puf!”; eterik veya “astral” alemlere gidiyorsun.
Kasyopyalılar fiziksel alemlerle eterik alemler arasında, kendine özgü bir fizikselliği olan bir ara seviye olduğunu söylüyor gibiydi. Yani orada da “ölünüp” astral veya eterik alemlere geçilebiliyordu. Bu tamamen yeni bir fikirdi. Daha yakından incelemeye değer göründü bana. O yüzden konuyu açtım:
22 Haziran 1996
S: (L) Bu gece 5. yoğunluk hakkında birşeyler sormak istiyorum. 4 fiziksel yoğunluk ile 5. yoğunluk arasındaki “ayrım çizgisi” nasıl işlev gösteriyor?
C: Çevrim döngüsü bölgesi. 1’den 4’e kadar olan yoğunluklardaki enkarnasyonlar arasında düşünme/öğrenme ihtiyacını karşılamak için kişinin 6. yoğunluktaki varlıklarla mükemmel denge içinde doğrudan bir iletişim kurması gerekir.
S: (L) Bir kişi 1. yoğunluktan 4.’ye kadarki tüm deneyimlerini tamamladıktan sonra 6. yoğunluğa geçmeden önce bir süre 5. yoğunlukta mı kalıyor?
C: Evet.
S: (L) 3. yoğunlukta ölüp 5. yoğunluğa giderken 4. yoğunluktan geçiyor musun veya görüyor musun?
C: Hayır.
S: (L) 5. yoğunluk seviyesinde bulunan varlıkların hizmetinin bir bölümü bir rehber görevi görmeyi mi gerektiriyor? Yani 5. yoğunlukta iki tür varlık mı var; çevrim için orada bulunanlar ve kendi bilinç seviyesi 5. yoğunluk olanlar? (Bu konuyla ilgili pek çok farklı öğreti duymuştum. “Ölülerin” orada “rehber” olmayı seçebileceği vs hakkında. Bu işin tam olarak nasıl işlediği konusunda kafam karışıktı.)
C: Hayır. 5. yoğunlukta herkes varolan herşeyin zamansız kavrayışına sahip.
S: (L) Eğer 5.yoğunlukta herhangi bir varlığın zaman ötesi bir kavrayışı varsa, o varlığın 5. yoğunluktan 6. yoğunluğa geçmek yerine “çevrim döngüsüyle” önceki bir yoğunluğa dönmesini belirleyen şey nedir?
C: Düşünüş (tefekkür) ihtiyaç duyulan yoğunluğu ortaya koyuyor.
S: (L) Yani 5. yoğunluktaki diğer varlıklarla birleştiğinde, kendi derslerin hakkında bir tür kavrayışa sahip oluyorsun…
C: Dengeli. Ve bu, canım, tüm yaratımın bağlayıcısı olarak çekimin diğer bir örneği… “Büyük Dengeleyici!”
S: (L) Zihnimdeki resme göre döngü dışarı yayılıyor, sonra giderek birleşip kaynağa dönüyor. Bu doğru mu?
C: Yakın.
S: (L) Varolan herşeyin tam olarak yarısı dengesizliğe doğru hareket ediyor ve diğer yarısı da dengeye doğru hareket ediyor. Bu doğru mu?
C: Yakın.
S: (L) Tüm evren mi? Varolan herşey mi?
C: Evet.
S: (L) Evrenin bir bölgesindeki enerji daha çok denge arayan bir enerjiyken, diğer bölümünün daha çok dengesizlik arayan enerjiyle dolu olması mümkün mü?
C: Oo, evet!
S: (L) Dünya şu anda dengeden ziyade dengesizliğin hakim olduğu bölgelerden biri mi?
C: Evet, ama hızla dengeye geri dönüyor.
S: (L) Yoğunluk Sınır dalgasının geçişi bu dengelenmenin bir parçası mı?
C: Evet.
S: (V) Birkaç hafta önce birkaçımız içsel sıcaklık artışı, uykusuzluk ve diğer sorunlar yaşadık. Bu neydi?
C: Zihinde canlandır. DNA yapısındaki lif bağlantılarının derin birleşimi.
S: (V) Sıcak basması deneyimini zihnimde mi yaşıyorum yoksa gerçekten beden ısım mı yükseliyor?
C: Yalnızca 4’üncü yoğunlukta. Sızıntılar, bunlara alışın!
S: (L) Yani gerçekten bir 4. yoğunluk sızıntısı mı deneyimliyoruz?
C: Zihninde canlandır.
S: (V) Gördüğüm küçük ışık parıltıları bunun etkileri mi?
C: Olabilir ama bunun fizikselden ziyade eterik önemi üzerinde yoğunlaşmaya çalışın.
S: (L) “Lif bağlantılarının derin birleşimi” derken, bu birer 4’üncü yoğunluk bedeni geliştirmekte olduğumuz anlamına mı geliyor?
C: Yavaşça ama kesin bir şekilde. Yaklaşmakta olan “değişimlerin” çok popülerleştirilen fiziksel faktörlerden ziyade ruhsal ve farkındalıksal faktörlerle ilgili olduğunu söylemiştik. Sembolizma eğitimde her zaman gerekli bir araçtır. Ama önemli husus, semboller ile sunulan gizli dersi okuyabilmektir, sembollerin birebir anlamlarına takılıp kalmak değil!
S: (L) Sembolojinin gizli anlamlarla ilgili olduğunu söylüyorsunuz. DNA’daki derin lif bağlantılarını zihnimizde canlandırmamızı söylerken bu da fizikselden ziyade sembolik mi?
C: Evet.
S: (L) Sizin “zihinde canlandırma” tanımınız nedir? Bizim pek çok tanımımız var.
C: Tekrar tekrar gördüğün gibi Laura, öğrenmek eğlencelidir!
S: (L) Şu anda bunun cevabını bulma konusunda çok da arzulu değilim. Neden herşeyi bulma görevi sürekli bana veriliyor?
C: Çünkü gerçekliğin tümündeki en önemli konuları anlama “gücünü” istedin. Ve biz de güçlenmene yardımcı oluyoruz.
S: (L) DNA bağlantısını gözünde canlandırmak… (V) “Güç” kelimesini tırnak içine aldılar.
C: Bunu şimdilik bir kenara koyun, çok yakında bileceksiniz.
S: (V) Bu 4’üncü yoğunluk bedeni zaten mevcut olan ve bizim iletişim kurduğumuz birşey mi?
C: Habeas Corpus?
S: (V) Az önce demişlerdi ki… (L) Sanırım sen zaten osun. Yavaş yavaş dönüşüyorsun ve yaşadığımız tüm küçük nahoş yan etkiler de bunun bir parçası.
C: Evet.
S: (V) Adil! (L) T___ A___ bana bilinci farklı seviyelere taşıyor görünen birkaç akupunktur noktası göstermişti. Söylediği gibi bu gerçekten bilinçaltına giden bir kapı mı açıyor?
C: Endorfinleri stimüle ediyor.
S: (L) Vücutta bilinçaltına giden kapının açılmasına yardımcı olmakta kullanılabilecek herhangi bir nokta var mı?
C: Böyle bir yardıma ihtiyaç yok. Öncelikle arayış maceran için bir “akıl” hocası [ç.n. ing. spin doctor. Spin kelimesi ayrıca dönmek, dönüş anlamına gelmektedir. Bu kelime K’lar tarafından tırnak içerisine alınmıştır] aramanı önermek istiyoruz!!
S: (L) “Akıl” hocası bir Sufi ustası olabilir mi?
C: Bir örnek.
S: (L) Evet. Dönmeyle ilgili çeşitli şeyleri gündeme getirip duruyorlar.
C: Hilliard. Leed Skallen. Coral Castle.
S: (L) Bu çekim konusunu gerçekten çok ciddi bir şekilde vurguluyorlar. Başka bir konu hakkında bir soru sorabilir miyim?
C: İstiyorsan Paskalya Tavşanı’nı sor.
S: (L) 3’üncü yoğunluk farkındalığı, zaman algısına sahip tek yoğunluk mu?
C: Hayır.
S: (L) Zaman algısı başka hangi yoğunluklarda var?
C: 4, 5, 6, 7.
S: (L) Ama zaman algısının bir ilüzyon olduğunu sanıyordum?
C: SİZİN zaman algınız bir ilüzyon. Arabada giden köpekler ve kediler örneğini hatırlıyor musun?
S: (L) Evet. Ouspensky ve at. Yani temel bir kavram olarak zaman MEVCUT mu?
C: Ama sizin bildiğiniz şekilde değil. Biz zamansızlığa atıfta bulunduğumuzda, yalnızca sizin aşinalık açınızdan konuşuyoruz.
S: (L) O halde zaman mevcut mu ve uzayın bir sınırı var mı?
C: Kafan karışıyor çünkü kalıtsal lineer algın, yoğun bir çabayla oluşturmaya çalıştığın resim üzerinde gölge yapıyor.
S: (L) Tamam, Dünya’nın “dengelenmesi”ne dönelim. Bu nasıl yapılabilir?
C: Belirsiz soru.
S: (L) Önce şunu deneyeyim: “Kovalar dolusu sevgi ve ışık” grubu diyor ki dünya dengelenecek çünkü herkes güzel düşünceler düşünecek ve kovalar dolusu sevgilerinin ve ışıklarının tümü sonunda kritik bir kütleye ulaşıp tüm insanlığın üzerine dökülecek ve kötü adamlar da iyi adamlara dönüşecek. Bu standart versiyon. Kastettiğiniz şey bu mu?
C: Hayır.
S: (L) Gezegende ortaya çıkan pozitif enerji, gezegendeki varlıkların negatiflik seviyesini azaltacak mı?
C: Önemli husus bu değil. “Dünya” 4. yoğunluk ortamı olduğunda, tüm güçler, hem KH hem de BH güçleri birbiriyle doğrudan temas halinde olacak… “Eşitlenen bir oyun sahası” olacak, yani dengeli.
(L) Dengeden bahsetmişken, yaptığınız ekin çemberi yorumlarından biri “Astronomik ikiz fenomeni”ydi. Astronomik ikiz fenomeni nedir?
C: Pek çok mükemmel eşzamanlı anlamlara sahip. Çiftleri görmek; “Alice’in aynası”nda olduğu gibi.
S: (L) Çoklu görüntüler. Hmm… Bu madde ve antimaddeyle de ilgili mi?
C: Evet, ve…
S: (L) Çekim… Aynanın bir yanında ortaya çıkan görüntü diğer tarafa da bir görüntü yansıtıyor…
C: Evet, ve… Astronomik.
S: (L) Tamam, bu yıldızlar ve gezegenlerle ilgili… Başka bir evren anlamında mı astronomik? Yani antimaddeden oluşan alternatif evren?
C: Evet, ve…
S: (L) Bu alternatif antimadde evreni, bizim evrenimizde meydana gelen veya ortaya çıkan fenomenlerin kaynaklandığı nokta mı?
C: Daha çok geçit gibi veya “kanal.”
S: (L) Bu alternatif evren bizim 4’üncü yoğunluğa geçmek için kullanmamız gereken bir araç mı? Bir örtü veya bir boşluk gibi birşey mi?
C: Bir otoyol olarak düşün. Yoğunluk Sınırı seyahat eden dalga.
S: (L) Tamam, “seyahat eden dalga” diyorsunuz ve antimaddenin otoyol olduğunu söylüyorsunuz. Yani o dalga veya boyut sınırının etkisi yoluyla antimaddeden geçmek veya bir şekilde antimaddeyle etkileşmek anlamına mı geliyor bu?
C: Mekan/zamanı büküyor; değişken çekim dalgalarını kullanabileceğiniz nokta bu.
S: (L) Bir elektromanyetik alan yaratarak antimaddeden yararlanmak çekim dalgasını değişken hale getiriyor, antimaddenin maddeyle birleşmesini sağlıyor ve mekan/zamanın eğilip değiştirilebildiği bir portal yaratıyor. Diğer bir deyişle bir EM alanı yaratmak, antimadde girişi sağlamak, mekan/zamanın eğilip bükülmesini, kontrol edilmesini mi sağlıyor?
C: Evet.
S: (V) Herkese yönelik bir portal var mı, büyük tek bir portal?
C: Hayır.
S: (V) Kitleler halinde bir portaldan geçiş?
C: Hayır.
S: (V) Eğer tek bir kişi için kişisel portallar veya gruplara yönelik portallar yoksa…
C: Portal nerede istiyorsan oradadır. Uygun teknolojiyle istediğiniz yerde bir portal yaratabilirsiniz. Seçenekler sınırsız.
S: (L) Uygun teknoloji. Değişken çekim dalgaları. Bir keresinde Tesla bobinlerini araştırmamızı söylemiştiniz… Antimadde… EM üretme yoluyla çekim dalgalarının destabilizasyonu antimaddenin maddeyle etkileşmesini sağlıyor ve bu da bir portal açıyor… İnsanları kaçıran dünyadışıların zamanda ileri geri gitmesi antimadde evreninde mi oluyor?
C: Yakın. Ulaşımı antimadde evreni üzerinden yapıyorlar ama çoğu kaçırma 3. veya 4. yoğunlukta gerçekleşiyor.
S: (L) Antimadde evrenindeki bu hareket, insanların kaçırılma deneyimlerinde “ateş duvarı” olarak algıladıkları şey mi? Demolekülerasyon?
C: Hayır. Boyutlararası Atomik Remolekülerizasyon.
S: (L) Tamam, bir kişi antimadde evreninden geçerken bunu nasıl algılar?
C: Algılamaz.
S: (L) Neden?
C: Mekan yok, zaman yok.
S: (L) Antimadde evreninde mekan ve zaman yok… Yani antimadde evreni muhtemelen Flight 19’daki zavallı insanların bulunduğu yer?
C: Evet.
S: (L) Yani bu yerde takılıp kalınabiliyor mu?
C: Evet. Ve eğer bir zaman sıçraması kozasının içindeysen, hiperbilinç durumunda olursun, yani “sıfır zaman” algısı. Yani döngü bağlandığında veya kapandığında milyonlarca yıl geçmiş gibi hissedebilirsin. Tıpkı “Philadelphia Deneyi”nde olduğu gibi. Ve şimdilik, iyi geceler.
Şimdi üstteki transkripten bazı kısımları bir araya getirmek istiyorum:
“Dünya” 4. yoğunluk ortamı olduğunda, tüm güçler, hem KH hem de BH güçleri birbiriyle doğrudan temas halinde olacak… “Eşitlenen bir oyun sahası” olacak, yani dengeli.
S: (L) Yani 5. yoğunluktaki diğer varlıklarla birleştiğinde, kendi derslerin hakkında bir tür kavrayışa sahip oluyorsun…
C: Dengeli. Ve bu, canım, tüm yaratımın bağlayıcısı olarak çekimin diğer bir örneği… “Büyük Dengeleyici!”
2. Bölüm’de “öz varlıklar hakkında” söylenen şeyi hatırlayalım:
S: (L) Şu anda tüm boyutlarda başka şeyler yapan parçalarımız mı var?
C: Evet.S: (L) Peki boyut sınırı geçişi bunu nasıl etkileyecek?
C: Birleşecek.S: (L) Varlığımızın bu yönlerini ortaya çıkarmak ve bunlarla yüzleşmek için çok sayıda hipnoz celsesi mi yapmamız gerekiyor?
C: İstemsizce meydana gelecek. Termonükleer bir patlama gibi olacak.Ve “Oz” tartışmasında söyleneni hatırlayalım:
S:(TR) 4’üncü yoğunluğa geçenler o noktada varlıklarının tüm diğer yoğunluklarıyla çok kısa bir süre için de olsa bir birleşme, bir bütünlük mü deneyimleyecekler?
C: Ölçülemeyecek derecede kısa bir an. “Aydınlanma” denen şey işte bu!S:(TR) Aslında zaman diye birşey olmadığı için bireyin deneyimine göre o kısacık an binlerce yıl gibi de olabilir, değil mi?
C: “Sonsuza kadar” sürmüş görünebilir.S:(L) “Rapture” (kendinden geçme, vurgun, mest) olarak bilinen şey mi bu?
C: Bazıları iç güdüsel düşünce kalıplarını bu şekilde açıklamaya çalıştı.
Görünüşe göre Dalga’mızı tespit ettik; bir Çekim Dalgası.
Şu ana kadar herşey iyi gidiyor, değil mi? Herkes anlattıklarımı anlayabiliyor mu? Bu soruları sorarak neyi bulmaya çalıştığımı hepimiz anlıyor muyuz? Ben de öyle düşünmüştüm ve dahası meseleyi kavramaya başladığımı düşünüyordum. Bir ipucu yakaladığımı düşünüyordum. Fiziğin sırlarının kilidini açan çekim dalgalarına yapılan referanslar beni öylesine yoğun bir şekilde güdülemişti ki, geceleyin kafamda dans eden Nobel Ödülü vizyonları yüzünden gece uyuyamıyordum!
Beş çocuğumla ben Bayan Ortalama Amerikalı, mutfağımın bitişiğindeki bir odada bulunan ruhlarla iletişim tablamdan zamanın, mekanın ve varlığın tüm gizemlerinin kilidini açacak sırları alacaktım!
Bunu, o sahtekar yaşlı Kertenkele Yehova Havva’ya elmayı gönderdiğinden beri ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören, dünyadaki tüm kadınlar için yapacaktım. Bunu kıt kanaat geçinen ve geceleri “Neden buradayım? Ne yapmam gerekiyor?” diye soran tanınmamış kahramanlar ve mütevazı dahiler için yapacaktım. Kullanışlı küçük ruh tablam bana herşeyi açıklayan Yeni Teori’yi verecekti! O teoriyi güzelce ambalajlayıp en yakın üniversiteye gönderecektim ve onlar da sevinçten delirecek ve madalyamı almam için beni Stockholm’a gönderecekti!
Ne kadar düşüncesizce bir his! Bunun geldiğini görmem gerekirdi ama göremedim. Çukuru yani. Bilirsiniz, gururun kazdığı çukur. Bir sonraki celsede o çukura düştüm.